Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Restoran analizleri

Adamızda 400 küsur taverna var, bir o kadar da kafe, bar ve saire. Taverna dediğim, bildiğiniz lokanta. İstisnasız hepsi, insana “olmaz bu kadar” dedirtecek kadar sevimli yerlerdir. Renkler, bahçe, saksı, tabela, çevre, neşe, içtenlik, özen, edep, temizlik, alçak gönüllülük vs.. Lezzetsiz olanına rastlamadım. Fiyatlar makul ve her yerde aynıdır, tıka basa yiyip içsen 20 euroyu aşmaz. Tek problem: hepsinin menüsü birbirinin tıpatıp eşidir. Bin sene önce biz iyi yaşamın sırrını çözdük diyorlar, yeni şeyler denemeye ne gerek var?
Ağustos ayında ada Türklerle dolup taştı. Gözlemledik. Grup lokantaya girer, düzgün güzel insanlar. Biri yüksek perdeden selam verir, yüzünde “ben kül yutmam ona göre” ifadesi. Oturulur. Olası şikayet konuları sırayla test edilir: neden bardak yok, kızartılmış ekmek isteriz, bu sandalye olmaz, ama çocuk yemeği... Mastor aldırmaz, gülümseyerek işini yapar. Üç beş defa masaya çağrılır: ara sıcak ne var, bir porsiyon daha alalım, hardal da, tabakları alır mısınız... Burada alışılmış usul değildir oysa, siparişler bir defadan verilir, sonra garson rahat bırakılır. O sayede tek kişi – çoğu zaman mekan sahibi ya da karısı – bir başına beş on masayı idare edebilir. Eleman sabırla ve güleryüzle cevap verir. Ortam peyderpey yumuşar. Herkes mutlu olur. Öpüşe koklaşa ayrılınır.
Serde Marksistlik var, ister istemez iz bırakmış, sınıfsal analize gireriz. Türkiye’de sınıf ayrımları keskindir, en keskin hissedildiği yerlerden biri (içkili) restoran kültürüdür. Müşteri, kapıdan girer girmez sınıfsal konumunun sinyallerini gönderir. Karşıki proleterdir. Hizmetkara özgü davranışları sergilemesi beklenir: sahte hürmet, içten pazarlık, acımasız çıkarcılık. Dolayısıyla gardını alman gerekir. O vurmadan sen vurmalısın, ya da gerekirse vuracağını belli etmelisin. Bu sandalye neden burada? Neden lüfer yok? Olur mu yaa, burası da bozuldu artık. Uşak yaltaklanır veya salağa yatarsa denge oluşur, ortam sakinleşir. Yoksa sınıf savaşı çıkar. Kaçınılmaz bir ritüeldir, edeple terbiyeyle ilgisi yok.
Anakarayı bilmiyorum, ama bu adada sınıf ayrımı hemen hemen yok. Göze batar zenginlik yok. Farkına varılabilecek fakirlik yok. Herkesin evi, alışkanlıkları, kültürü, çocuğunun eğitimi aşağı yukarı aynı. Öğlen yemek yediğin restoranın ustası akşam barda yan masana oturabilir, kızı senin dişçin çıkabilir. Dolayısıyla restoran adabı farklıdır. Dostunun evine yemeğe gitmiş gibi gidersin. İyi niyetine güvenirsin. İşini kolaylaştırmaya çalışırsın. Çoluk çocuğun hatrını sorarsın. Bir şey aksarsa gülüp şaka yaparsın, beraber çözüm yolu düşünürsün.
Türkiye’de iyi lokanta nerededir? Bir, esnaf lokantalarının çoğu iyidir. Çünkü mekan sahibi ve personeliyle müşteri akrabadır, aralarında sınıf farkı yoktur. İki, yeni tip entel dantel yerleri genellikle (en azından ilk açıldığında) güzeldir. Sebep aynı. Binde bir kaldı, meraklı bir akşamcının bizzat işletip servis ettiği meyhaneler güzeldir. Sebep aynı. Son zamanlarda pıtrak gibi artan Meliha Hanımın Ev Mantısı türü yerler de enfes oluyor. Sebep aynı. Alanla satan aynı ortamların insanı olunca aynı dili konuşuyorsun, sonuç güzel oluyor.
Düşün: Türkiye’de her mekanda garson sayısı arttıkça neden servis kalitesi düşer? Neden biri sandalyeni çekip öbürü arkanda kazık gibi dikilirken kalbine hınç dolar? Sınıf kavgasıdır. Memleketteki tüm problemlerin ana damarı. Yapısal mesele.
Bir ara hatırlatın da Kemalizmin sınıfsal analizini de yapayım size.


Devam�n� Oku

Entel diye hor görme garibi, onun da bir kalbi var


Seyahat alışkanlığı bana babamdan sirayet etti. Daha ilkokuldayken “hadi gidiyoruz” deyip kendimizi Antakya’da, Konya’da, Kars’ta, Bafra’da, Amasra’da bulmuşluğumuz vardır. Sonra o iş bir tutkuya, daha sonra (gezi yazarlığı nedeniyle) bir tür mesleğe dönüştü. 81 vilayetin 81’inde, 890 küsur ilçenin galiba 750 kadarında, kırk bin köyün yarıdan fazlasında bulundum. Gittiğim yerde pasif bir seyirci olmadım. Köylü evlerine misafir oldum, oto sanayilerde geceledim, gözaltına alındığım karakollarda polisle can ciğer sohbeti yaptım, kaymakamlara misafir oldum, öğretmenevlerinde okey masasına dördüncü yazıldım. Şirince’de köy kurduğumu bilirsiniz; Van Gevaş’ta da kurmaya kalktım, aylarca o işin peşinden koştum. Şavşat’ta ve Urfa’da ve sayısız başka yerde otel danışmanlığı yaptım; Bursa ve Adana’da elektronik eşya bayiliği kuruluşuna yardım ettim; İzmir’de gece kulübü işlettim. Bakanlarla ve seri katillerle sohbet ettim. Ardeşen’de Laz yurtseverleriyle, Harran’da Arap aşiret erkânıyla aynı sofralarda bulundum. Bilen bilir, hepsinden bir şeyler öğrenmeye önem verdim.
36 yaşımdayken Anadolu’nun bir ücra dağ köyüne yerleştim. Yirmi küsur yıl orada yaşadım; maalesef artık ücra bir yer olmayışında emeğim vardır. 1986’da üç ay, 2001’da bir yıl, 2014’ten sonra üç buçuk yıl Türkiye’nin hapishaneleriyle tanışma fırsatını buldum. Bilmeyenin tahayyül edemeyeceği kültür ve kişilik düzeylerine sahip insanlarla soframı ve yatak odamı paylaştım.
Yani kalkıp da bana sen entelsin bu ülkeyi tanımıyorsun, bu halk şöyledir böyledir diye ders vermeye kalkmayın gözünüzü seveyim.
İyi kötü tanırım memleketi; tahminim hepinizin toplamından fazla tanırım. Ama ulusal kültürden yakınmak bana yeterli gelmediğinden, o kültürün sebepleri ve kurumsal altyapısı üzerinde de düşünmeye çalıştım. Belki yanılıyorum, ama asıl problemin yönetilenlerde değil yönetenlerde olduğu kanısına vardım. Çok cahil, temel ahlaki normlardan habersiz, kalbi nefret ve önyargıyla büzüşmüş bir zümredir. Resmi eğitim sistemi tamamiyle bu zümreyi üretmeye odaklanmıştır. Kendileri dışında kimseyi yönetime ortak etmemeye azimlidirler. Ülkede hepimizin az ya da çok algılayabildiği problemlerin kısaca TC adını verdiğimiz bu yönetim yapısından ve kadrosundan kaynaklandığını düşünüyorum.
Çok gençken “devrim” derdim. Sonra daha makul çözüm yolları üzerinde kafa patlattım; siyasi ittifakları, kurumsal değişimleri, ideolojik eleştirinin kümülatif etkilerini tartıştım; adımı yetmezamaevetçiye çıkardılar. Altmış senenin sonunda, sanırım bu ülkeyle uzun süre haşır neşir olan herkesin sonunda ulaştığı sinizm mertebesine ulaşıp “sikeceksin pezevenkleri, başka çare yok” diyorum. Bu sefer de vay şiddeti övüyor! diye millet ayaklanıyor.
Vallahi yaranamazsın.
Devam�n� Oku

Bilal Erdoğan yeni vakıf kurdu: Amaç, devletin kamu hizmetlerindeki yükünü azaltmak


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, YETEV adında bir vakıf kurdu. Yeni Türkiye Eğitim Vakfı'nın kuruluş amacı, devletin kamu hizmetlerindeki yükünü azaltmak olarak açıklandı.
TÜRGEV'in yöneticileri arasında yer alan Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, yeni bir vakıf daha kurdu. Yeni Türkiye Eğitim Vakfı (YETEV) adıyla kurulan vakfın mal varlığı 500 bin lira olarak kayıtlara geçti.
Kuruluş kararı Resmi Gazete'de yayımlanan ve kuruluş yeri İstanbul olan vakfın kapanması durumunda mal ve hakları yine Erdoğan'ın kurucusu olduğu TÜGVA'ya devredilecek. Birgün'den Mustafa Mert Bildircin'in haberine göre; vakfın amacı, "Devletin kamu hizmetlerindeki yükünü azaltmak amacıyla ‘eğitim'in gelişmesi için her türlü katkıda bulunmak ile eğitim hizmetlerini ifa etmek ve gençliğin gelişimine katkı sağlamak ve vakıf senedinde belirtilen diğer amaçları gerçekleştirmektir" ifadeleriyle açıklandı.
Vakfın yönetim kurulunda, Haydar Sancak, Mehmet Büyükekşi, Vahap Küçük, Hikmet Cem Ocakçı ve Ramazan Salman yer alıyor.
Devam�n� Oku

Memleket bağrında yara izleri

Arapça ve Süryanice konuşan Süryani yerleşimleri
Coğrafyadaki yara izleri bazen tahmin edemeyeceğiniz kadar eskilere gider. Mesela şu haritayı alalım. Kırmızı hat bir dil sınırıdır. Hattın solunda Mardin Süryanileri oturur; Süryanice bilmezler, Arapça konuşurlar. Hattın sağındaki Midyat Süryanileri onlarla din kardeşi oldukları halde “Süryanice” adı verilen Turoyo lisanını konuşurlar, Arapça bilmezler. 2006’ydı yanılmıyorsam, Savur’un Kıllıth köyündeki kilisede bir Süryani düğününe misafir olduk. Oğlan tarafı yerli, yani Arabofon, kız tarafı Midyatlı olduğundan ortak dilleri yoktu, herkes Kürtçe anlaştı.
Mardin tarafı iyice tükenmeye yüz tuttuğundan bu seferki haritamız yeterince güçlü bir grafik imge sunmuyor. Şimdi sadece iki cılız nokta (Savur Kıllıth ve Bafava) gördüğümüz alanda 1960’lara dek yirmi otuz tane Süryani köyü vardı. Mardin şehir merkezi, Kabala ve Yeşilli kasabaları, Savur ve Mazıdağı’nda da önemli Süryani toplulukları vardı. Göçe zorlandılar veya asimile oldular.
Midyat tarafı 1990’lara dek nispeten daha iyi direndi. Sonra çift taraflı ağır baskıya dayanamayıp Almanya ve İsveç’e göçtüler. 2000’de Bülent Ecevit’in hayatta yaptığı az sayıda başarılı işten biri olan anlaşmayla bir bölümü geri döndü. Şimdi Midyat ve Nusaybin’de yirmiye yakın Süryani köyü var, Allahın sırtını döndüğü bir diyarda her biri bir küçük medeniyet vahası. Gerçekte 1915’e ve hatta 1960’lara dek o harita çok daha kalabalıktı. Nusaybin merkez kasabası ile İdil ve Dargeçit’in neredeyse tüm köyleri eski Süryani yerleşimidir.
Nedir o kırmızı çizgi? Sıkı durun: M 363 yılında Julianus’un İranlılara yenilgisiyle fiilen oluşan ve 387’de Theodosius zamanında anlaşmaya bağlanan Roma-İran sınırıdır. Nusaybin ve Midyat İran tarafında, Dara, Mardin ve Hısnıkeyfa Rum tarafındadır. İki yüz sene sınır öyle kalmış; sonra 590 civarında Bizans bir hamleyle doğuda Dicle’ye (yani Cizre’ye) kadar dayanmış, ama o fethin hayrını görmemiş. Kırk sene sonra Araplar gelip sınırı ortadan kaldırmışlar.
387 ve 591'de Rum-İran sınırı
Tam öyküsü nedir bilmiyorum. Midyat ve Mardin’de sorabileceğim muhteremler var, ama hapisten çıktığımdan beri arayıp hatırlarını sormadığım için mahcubum, şimdi sormaya yüzüm tutmadı. Tahmin yürüt derseniz, 387’den sonraki din kavgalarında Kayser’den kaçıp Şah’a sığınanlardır derim. Sonradan siyasi sınır ortadan kalksa da o yara dikiş tutmamıştır, zonklamaya devam etmiştir.
 *
Dicle’nin doğusu ayrı bir alemdir. O tarafta şimdi hiç Süryani yerleşimi kalmadı. Oysa yüz yıl önce tonla vardı, şimdi gidip gezerseniz beş köyün birinde eski kilise harabesini gösterirler. Cizre, Şırnak, Siirt ve Hakkari’de bildiğim kadarıyla Süryani Kadim mezhebine bağlı nüfus hiç yoktu. Uzak dağlarda yaşayanlar Nasturi, daha düzayak yerdekiler 16. yy’dan sonra Keldani adı verilen cemaattendi. Doğu Süryanicesi ya da “Asurice” denilen dili bilirler, ama daha çok Kürtçe ve Ermenice konuşurlardı. Hatta Pervari’nin Hertvin (Ekindüzü) köyünde sadece oraya özgü bir Hertvince lehçesi 1960’lara dek canlıydı. Şimdi İsveç’te o dili sürdürmeye çalışan birkaç yüz kişilik cemaat hala var diyorlar.
Dicle’nin batısı ile doğusu neden farklı diye sorarsanız gene tam cevabı bilmiyorum. Ama hiç kuşkum yok ki sebep siyasi bir sebeptir. Bir tarihte orada bir devlet sınırı vardır. Muhtemelen 590 küsur yılındaki Bizans-İran sınırı söz konusudur. Çünkü devletlerin var olduğu çağlarda insanlar gelişi güzel dağılmazlar. Bir devletle bozuştukları ya da onun zulmüne dayanamadıkları için oradan göçerler; başka bir devlete sığınırlar. Eğer o devletin belirli bir iskan politikası yoksa genellikle sınırın hemen arkasına yığılırlar. Bin sene sonra o sınır unutulduktan sonra da etnolojik haritada izi kalır.
Devam�n� Oku

Afedersiniz Ermeni şeyleri


Birinci harita Türkiye’de 1960-öncesi itibariyle Ermenice yer adları. İkinci harita 19. yüzyıl sonlarında Ermeni yerleşimleri.
Ermenice yer adları

19. yüzyıl sonunda Ermeni yerleşimleri

İkisi aynı şey değil. Bir yerin adı Ermenice olduğu halde nüfusu sonradan çeşitli sebeplerle gitmiş, ya da Ermeniliği terk etmiş olabilir. Buna karşılık özellikle Orta ve Batı Anadolu’da 17. yy’dan itibaren Ermenilerle iskan edilmiş olan yerlerin hemen hiç birinin Ermenice adı yok. Mesela Yozgat’ta benim tespit edebildiğim 26 Ermeni köyünün isimleri ta başından beri Armağan, Burunkışla, İğdeli, Karayakup, Menteşe, Sırçalıtekke, Şerefoğlu ve saire. Bu yerler Osmanlı idaresi altında iskan edilmişler. Daha önce orada köy var mıydı ve adı neydi bilmiyorum. Ama net görülüyor ki yer adları etnik yapıyı değil siyasi egemenliği yansıtır. Cumhuriyet dönemine özgü bir şey değil, kadim çağlardan beri böyle.
Birinci haritanın erken versiyonlarını geçmişte bir iki defa paylaşmıştım. Şık bir harita, çünkü MS 387 yılında Bizans ile İran arasında ikiye bölünen Armenia krallığı haritasının sınırlarına neredeyse bire bir intibak ediyor. Buyurun harita şurada: http://www.aquariustravel.am/history/#prettyPhoto[gallery]/0/ Demek ki 1600 küsur sene öncesinin siyasi haritası Türkiye topraklarında bugüne dek iz bırakmış.
O sınırın dışında Eğin-Arapkir, Sivas, Kayseri, Adana-Maraş-Hatay, Adıyaman civarındaki kümelenmeler 11. yy’da (Türklerin gelişinden hemen önce) Ermeni beylerinin batıya ve güneye doğru göçünün ürünüdür. Tokat’ı bilmiyorum. Daha batıdaki tek tük nokta aslında yanıltıcı. Birkaçında, aslı Türkçe olan adın Ermenilerce kullanılan çevirisini vermişim (mesela İzmit Bahçecik, babaannemlerin köyü, gayriresmi Ermenicesi Bardizag “bahçecik”). Birkaçı şahıs mülkünden türemiş yerler (Sarkis mezrası, Bedros çiftliği). Birkaçı şüpheli vaka, mesela Mersin Mut, Ermenice olabilir mi diye koca bir soru işaretiyle not etmişim. Doğrusunu isterseniz Adana-Samsun hattının batısında sağlam sayılabilecek Ermenice yer adı yok.
Çekirdek bölgeye dikkatle bakınca Erzurum güneyinde kocaman bir boşluk, Ağrı-Kars bölgesinde bir kelleşme görünüyor. Bilemediğim bir nedenle Erzurum’un Hınıs (+ Karayazı, Karaçoban) ilçesinde 16. yy’da Osmanlı tahriri yapılıp bütün yerlere Türkçe ad verilmiş. Çat ve Tekman ilçelerinde ise hemen tüm adlar Kürtçe. Belli ki bunlar da eski birer siyasi yara izi, ama öyküyü bilmiyorum. Ağrı, Kars ve Erzurum kuzeyinin Ermeni nüfusu 1828 Rus harbinde hemen tümüyle boşalmış; yerine epey yavaş bir süreçte Kürtler ve Türkler (Karapapak, Ahıska, Hemşinli) yerleşmiş. O diyarda Ermenice yer adlarının eksilmesi bu hadisenin sonucu mudur, yoksa kökü 16. yy’da bölge nüfusunu silip süpüren Osmanlı-İran harplerine mi gider, bilemedim.
*
İkinci harita "1895 veya 1915 arifesinde nüfusunun tümü veya çoğunluğu (Hıristiyan) Ermeni olan yerleşimler. Dolayısıyla mesela oradaki yüz noktaya bedel Ermeni nüfusu olan İstanbul, İzmit, Tekirdağ (hatta Erzurum ve Van) gibi metropoller gösterilmedi. 
Bilgiyi belli başlı üç kaynaktan derledim.
Eprigyan’ın 1902 tarihli Coğrafya Sözlüğü güvenilir ve detaylı bir eserdir, ancak yazık ki dört cildin ancak ikisi yayınlanmıştır. Bazı iller eksiktir.
Kevorkian ve Pabucciyan’ın 19. yüzyılda Osmanlı Ermenileri kitabı Türkçeye de çevrildi, harikulade bir çalışmadır, listelerdeki yerleri haritaya yerleştirmekte çok yardımı dokundu. Ama bazı illeri (mesela Diyarbakır, Dersim, Maraş) zayıftır; ayrıca çoğu yerde, Ermeni nüfus çoğunluk mudur, azınlık mıdır (yoksa hepsi iki hane midir) belirtmez.
Sovyet Ermeni Ansiklopedisi’nin köy listeleri çok kapsamlıdır, ancak iki problemden maluldür. Birincisi, Siirt, Hakkari, Batman gibi bazı illerde Ermenice konuşan (hatta Ermenice konuşmayan) Keldani ve Nasturi yerleşimleri “Ermeni” olarak gösterilmiştir. Adıyaman’ın Süryani köyleri, ve daha ilginci, Beşiri’nin tüm Ezidi köyleri “Ermeni” kontenjanına alınmıştır. Bu uygulamanın objektif bir dayanağı var mıdır ve varsa nedir, bilmiyorum. Kuşkulu bulduğum yerleri bu nedenle “kısmen Ermeni yerleşimi” diye işaretlemekle yetindim. İkincisi, listelerin hangi tarihteki durumu yansıttığı açıklanmamıştır. Dolayısıyla, 19. yüzyıl esnasında göçler, katliamlar ve toplu din değiştirmeler sonucu Ermeni nüfusunu kısmen veya tamamen kaybetmiş olan yerler dahi 20. yy başında “Ermeni yerleşimi” olarak görülmektedir. Bu durumu başka kaynaklardan doğrulayabildiğim durumlarda düzelttim; aksi halde yine “kısmen Ermeni yerleşimi” formülüne sığındım.
Anadolu’nun kendine has kültürel gelenekleri göz önüne alındığında, akla karayı ayırmanın bazen neredeyse imkansız olduğunu belirtmek isterim.
Devam�n� Oku

Anadolu Rumları


1913-öncesi Rum yerleşimleri

Bu gördüğünüz Yirminci Yüzyıl başı itibariyle Türkiye'deki Rum yerleşimleri. Tabii İstanbul, İzmir gibi Rum nüfusun mutlak sayı olarak çok olduğu, ama oransal olarak azınlıkta olduğu yerler yok. Ancak nüfusunun tümü ya da büyük çoğunluğu Rum olan yerler işaretlendi.
Bellibaşlı grupları gözden geçirelim:
1.      Trakya. Fazla bilgim yok.
2.      Güney Marmara ve Ege. Çarpıcı olan bilgi şu: Bu yerleşimlerin hemen hemen hepsi 18. yüzyılın son yıllarında (1790’larda) Rum iskânına sahne olmuş. Bizim Şirince’ye, Fethiye Kayaköy’e, Söke’nin köylerine, Ayvalık, Bursa köylerine, Yalova-İznik köylerine o dönemde Yunan anakarasından ve adalardan gelen Rumlar, Adapazarı köylerine Doğu Karadeniz Rumları yerleştirilmiş. Mesela Manisa Rum köylerinin çoğu, belki hepsi, o devrin büyük toprak sahibi olan Karaosmanoğlu’nun mülklerinde amele olarak çalışmaya gelenler. Öyle anlaşılıyor ki Bizans’ın yıkımından 18. yy sonlarına dek Anadolu’nun Batı taraflarında (büyük kentler hariç) Rum yerleşimi yok. Belki Erdek, Çeşme-Karaburun, Datça, Bodrum gibi anakaradan çok ada karakteri olan yerlerde vardır. Yani haritada gördüğünüz Bursa, Balıkesir, Çanakkale-Anadolu, Manisa, İzmir, Aydın, Denizli, Muğla'daki noktaların hepsi (en sahildeki birkaç tane hariç) sonradan olma yerler.
3.      Niğde-Nevşehir-Kayseri. Eski Karaman beyliği arazisi.
4.      İnebolu-Sinop. Eski İsfendiyaroğlu beyliği arazisi. İnebolu-Ayancık sahilinde daha fazla nokta olmalı, tamamlayamadım.
5.      Trabzon-Gümüşhane. Eski Trabzon imparatorluğu arazisi.
6.      Kars + Erzurum Şenkaya. 1878-1918 arası Rus idaresindeki Kars oblast’ına iskân edilen Rumlar.
7.   Bafra ovası. Fazla bilgim yok.
2-3-4-5 numaralı maddeleri geçen dünkü Türkçe yeradları meselesiyle birlikte düşündüğümüzde hayret verici sonuçlar çıkıyor. Osmanlı’nın 1453 tarihli sınırlarının Anadolu yakasında (şehirler ve kıyıda birkaç köy hariç) Rum yok. O tarihte Osmanlı’ya ait olmayan, sonraki 30 yılda katılan yerlerde Rum var.
Oysa 1453’ten önce Batı Anadolu silme Rumluktu. Nereye gittiler dersiniz?
Devam�n� Oku

Türkçe yer adları neden orada değil burada


(Cumhuriyet öncesi) Türkçe yer adları dağılımı
Bu haritada 20. yüzyıl başı itibariyle Türkiye’de Türkçe yer adlarının dağılımını görüyoruz. Açık renk olan illerde Türkçe yer adı oranı %90 ve üzeridir. İkinci grupta Türkçe yer adları %50 ile 90 arası, üçüncü grupta %10 ile 50 arasıdır. Koyu renkli olan illerde yer adlarının %90 ve daha fazlası Türkçe dışındaki dillerdedir.
Sayımda sadece Osmanlı ve Cumhuriyetin Türkçe kayıtlarında yer alan resmi adları göz önüne aldım; başka yerel dillerde o yerlere verilen gayriresmi adları (mesela Çerkesçe köy adlarını) hesaba katmadım. Türkçe veya Kürtçe/Arapça olarak yorumlanması mümkün olan kişi ve soy adlarını (Şeyhhaci, Hasankom) Türkçe saydım. Yabancı dilden bozma oldukları halde kullanımda “Türkçe” görüntüsü kazanmış yer adlarından (Heraklia > Erikli, Potami > Bademli, Basilika > Paslıkaya) fark edebildiklerimi yabancı, edemediklerimi Türkçe kabul ettim.
Üzerinde biraz düşünürseniz göreceksiniz ki şoke edici bir haritadır. Türkiye tarihi hakkında bildiğinizi zannettiğiniz birçok şeyi sorgulamaya başlamak için iyi bir yerdir.
Mesela soru: Erzurum ili 1070'lerde, hatta daha önce Türk egemenliğine girdi; Bursa ve İzmir ise ondan 200 küsur yıl sonra. O halde neden Erzurum’da Türkçe yer adları %40 dolayında iken Bursa’da %97 ve İzmir’de %91? Üstelik Erzurum’un fethedildiği devirde memlekete Asya’dan az veya çok bir Türk göçünden söz edilir; oysa Bursa ve İzmir’in fethinden sonra buralara Türklerin kitlesel iskânına dair hiçbir belirti yoktur. 20. yüzyıl başında Erzurum İzmir’den daha mı az “Türkleşmişti”, ve öyleyse neden?
Yoksa – aman yarabbi! – yer adlarının değişimi ile etnik dokunun değişimi arasında hiçbir mantıki bağ olmayabilir mi? Mesela Rumların oturduğu bir semtin adı, defterdarlıktaki memurun tek kalem darbesiyle Akçaviran yahut Kınık edilebilir mi? Yani, teorik ifade edersek, yer adları sosyolojik değil SİYASİ bir olgu mudur?
*
İkinci haritamız bize bir ipucu sağlıyor. Bu sefer en koyu renk Osmanlı devletinin İstanbul’u fethinden önceki sınırları. Sütlü kahve rengi olan Trabzon ve Karaman-İçel buna 1460-70’lerde katıldılar. Bir üçüncü yer var yine o tarihlerde katılan, Sinop ile Kastamonu’nun kuzey yarısındaki İsfendiyaroğlu beyliği, onu haritada göstermeyi unutmuşlar.
Hayret verici bir çakışma değil mi? Detaya inince daha da netleşiyor. Birinci haritaya bakın. Kastamonu ve Sinop’un sahil bölgesinde (yani eski İsfendiyaroğlu arazisinde) epeyce yabancı isimli yer var, oysa iç kısımlarda adların çoğu Türkçe. Aynı şekilde, Konya’nın güneyinde yabancı isim daha çok, Osmanlı’ya daha erken katılan kuzey kesiminde daha az.
Yani birinci haritamızı iller değil ilçeler bazında hazırlasam ikinci haritaya daha da güzel uyacak. Sanki Osmanlı Beyliğine 1453'ten önce katılan yerlerde bütün yer adları Türkçeleştirilmiş, ama 1453'ten sonra o iş tavsamış.
*
Üçüncü haritamız bize 1100 yılı dolayındaki Rum İmparatorluğunu gösteriyor. “Olmaz bu kadar” demeyin, olur.
“ 'Türkiye’ dediğin bir Bizans oyunudur” desem ne dediğim anlaşılır mı acaba?
Devam�n� Oku