Linç uzmanı konuşuyor




Linçle ilk 1986’da tanıştım. İğrenç bir deneyimdir. İftira ve alçaklık bombardımanı altında serseme dönersin, kendini tanıyamaz olursun. Aylar önce alakasız bir yerde söylediğin sözler bağlamından koparılıp yüzüne çalınır; her ettiğin, olabilecek en alçakça yorumla çarpıtılır. Güvenip serbest bir iki lakırdı ettiğin adamlar ihbarcı çıkar; ahlak duvarını aşmanın verdiği pervasızlıkla saldırıya geçerler. Ana temalar hep aynıdır: Ermeni, gâvur, vatan haini. Bunların üstüne, sınıfsal hasedin kara gölgesi düşer: viski içmiş, mütahit, Şirincenin en güzel yeri...
TC memurları bu işi sanat haline getirmişlerdir. En düzgün görünenlerin bile, korku ve alçaklık üzerine kurulu bir kurumsal kültürde, günü geldiğinde linçe katılacaklarından emin olabilirsin. Sivil olanları hiç olmazsa korkaktır, sinebilir. Üniformalıların gözünde, profesyonel katilin soğukkanlı nefretini okursun.
1986’da Isparta’da askere gittiğim gün omzu kalabalıkların “işte şimdi düştün elimize” sırıtışını sezdim. 1980 öncesinde sol harekete katılmış, olmadık birtakım riskler almıştım; Marx’ı çevirmiştim; “TC Devleti nasıl çökertilir” konulu makalelerim Birikim’de çıkmıştı. 12 Eylül döneminde de ABD’de askeri rejime karşı epey ses vermiştim. Hesabını soracaklardı elbette. Kankam olan Ali Nesin’le beraber, ilk haftalardan başlayarak, dehşet verici bir çökertme kampanyasına maruz bırakıldık. Her gün ayrı bir provokasyon ve hakaretle karşılaştık. Üç ayın sonunda tutuklandık. Komünizm propagandası, bölücülük propagandası, Türklüğe hakaret ve askeri isyana teşvik etmekten, kırk küsur yıl hapis istemiyle yargılandık. Asıl hedef bendim, ama sanırım fırsattan istifade o sırada askeri çok rahatsız eden Aziz Nesin’i de hırpalamak istediler.
Turgut Özal’ın müdahalesiyle paçayı kurtardık. Sanırım o dönemde askerle bozuk olan MİT, ya da MİT’in Özal’a yakın olan Hiram Abas kanadı bunda bir rol oynadı. Neden korudular? Yemin ederim bir fikrim yok. Belki zararsız gördüler, ya da sadece vicdanlıydılar. Belki Aziz Bey’i kolladılar. Belki yurtdışından gelen protestolara o dönemde bugünkü kadar duyarsız değillerdi. Bilmiyorum. Bilmek isterdim.
Sonraki dönemde yurt dışına gitmem için ısrarlı telkinlerle karşılaştım. Bir kısmı belki dostaneydi, ya da dostane olduğu vehmindeydi. Bir kısmında “siktir git, bir dahaki sefere kurtulamazsın” havası vardı. Kuyruğu dik tuttum, ama elbette tereddüde düştüm, 1989-91’de uzun bir kararsızlık dönemi yaşadım. Koca TC devleti üstüne varıyor, sen olsan korkmaz mısın -- “Devlet” diye karşına çıkanlar bir sürü ahlaksız dalyarak dahi olsa?
Şirince’ye gitmem bezginlik işareti miydi? Şimdi kestiremiyorum. Belki kontrolümden çıktığını hissettiğim hayatımı daha küçük bir yerde yeniden kurmak bana daha güvenli geldi. Köye gidince TC devletinin organize çirkefinden uzaklaşacağını sanmak mantıksız tabii; ama belli bir psikolojik gerçeği yok diyemeyiz.
*
İkinci linç aşağı yukarı Nisan 2000’de başladı. Bahane Şirince idi. Fakat dil ve yöntem aynı: “Ermeni”, “vatan haini”, “Şirince’nin en güzel yeri”. Dehşet verici iftiralar (“kuru kafa ile Taşnak ayini yapıyormuş”), ayyıldızlı bayraklı provokasyonlar, Ülkü Ocaklarını bana karşı kışkırtma denemeleri. Peşinden, incir çekirdeğini doldurmaz konulardan sekiz on tane ayrı ceza davası.
Sinyalleri herhalde önceki aylarda gelmişti, ben fark etmedim. Önceki kaymakam Musa Bey’le aramız iyiydi, o söylemişti “yukarıdan her gün seni soruyorlar” diye; ben, saf, yaptığım işler beğeniliyor sanıp sevindim. Yerine gelen faşistin ilk işi, ödü kopmuş kaymakamlık memurlarından bir soruşturma komisyonu kurup, köyde yaptığımız her işi didik didik etmek oldu. Hayrına tamir ettiğimiz köy çeşmesinden bile dava açtılar; köy sokaklarına diktiğimiz ağaçları “yasadışı” deyip Ülkücü haytalara söktürdüler.
Eylül 2000’de kampanya baş döndürücü bir ivme kazandı. O sırada çıkan Karadeniz gezi rehberim vesile edilerek bir anda ülkenin bir numaralı vatan haini ilan edildim. Karadeniz bölgesinin bütün yerel gazetelerine manşet oldum. Memlekette kaç tane pis suratlı vatanmillet fedaisi varsa televizyonlara çıkıp aleyhime atıp tuttu. “Ermeni köpeği”, “tok evin aç iti”, “emperyalist uşağı”, “Asala”, vb. 
Eğer birileri TC derin devletinin operasyon teknikleri konusunda bir araştırma yapmak isterse sanırım ideal vaka çalışması olur. Gerek yöntemler, gerek kişiler ve kullanılan mecralar açısından, dört yıl sonraki Hrant Dink linçiyle şaşılacak paralelliklere sahiptir. Tahminimce aynı dairenin eseridir.
Sonuçta o kampanya bir gün bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Kanal 6’da televizyona çıktım; affınıza sığınarak belirteyim, çok iyiydim – soğukkanlı, esprili, kendimden emin. O hafta daha üç televizyona davetliydim; üçü de telefon edip ayrı ayrı bahanelerle iptal etti. “Çok iyisin lan” deyip kendimi tebrik ettim elbette. Ama itiraf etmek gerekirse o kampanyayı kim ve neden kesti, en ufak bir fikrim yok. Birileri beni korumaya karar verdi sanırım. Beni sevdiğinden mi? Ötekileri sevmediğinden mi? Zararı faydasından fazla diye mi? Bilmiyorum. Kötü bir şey bilmemek: insan kendi tarihini yazmaktan aciz kalıyor.
2000 Eylülünden 2008’e dek Devlet cephesinden bana fazla bulaşan olmadı. Her gittiğim devlet dairesinde, zorlama bir tebessümle de olsa “Şirince’de yaptıklarını pek beğeniyoruz” söylemiyle karşılaştım. Hepsi dibine dek iki yüzlüydü. Hepsinin kalbinde “yarın bu Ermeni’yi gene linç etmek gerekirse ters ayağa düşmeyeyim, amirimden fırça yemeyeyim” diyen yılan fısıldamaktaydı.[1]
TC koşullarında “şerefli” ya da “namuslu” devlet memuru olamayacağına dair kanaatim, o dönemde kesinlik kazandı.
“Vatan”, “millet”, “bayrak”, “atam” gibi simgelerin, özünde o şerefsizliğin kod adları olduğunu ta ortaokuldan beri biliyordum. O yıllarda kafam daha netleşti.
*
Üçüncü linç Haziran 2008’de, Yanlış Cumhuriyet’in yayınlandığı hafta başladı. Bugüne dek, dalga dalga büyüyüp kısa sürelerle sakinleşerek devam ediyor.
İlk salvo, tıpkı Hrant Dink vakasındaki gibi, Hürriyet gazetesinin başındaki pislik maestrosu ile onun küçük çömezinden geldi. Taraf’ta Yanlış Cumhuriyet’e ilişkin mangallarda kül bırakmayan röportajımın yayımından iki gün sonra bok meselesini ortaya attılar. Olay haberden bir ay önce olmuş ve aynı gün ajansa düşmüştü; uygun zamanı bekleyip kullandılar. Mutat linç temalarına böylece bir yenisi eklendi.
Taraf’ta yazdığım dönemde (Ekim 2008-Aralık 2009) saldırı gene dehşet verici boyuta ulaştı. Saldırının merkez üssü İzmir Atatürkçü Düşünce Derneği idi. Temalar tanıdık: Ermeni, vatan haini, Amerikan ajanı, misyoner, kaçak inşaat, bok... Ali ile beraber inadına gidip Selçuk’taki ADD lokalinin dünya güzeli bahçesinde oturmayı adet edindik. Küçük yer, sohbetsiz olmaz: o vesileyle çok şey öğrendik. Mesela eski Jandarma Komutanı, Ergenekon elebaşlarından Şener Eruygur’un otuz küsur kez İzmir ADD’yi ziyaret edip her seferinde Sevan Nişanyan konusunu açtığını duyduk. AKP tarafından atanan kaymakamın büyük bir dostluk jesti yapıp ailesiyle beraber Nişanyan Evlerini ziyaret ettiğinin ertesi günü terfian Şırnak’a atandığını, yerine gelenin Nişanyan konusunda fena halde kulağının çekildiğini işittik.
2009 ve 2010’da, İzmir valiliğindeki ADD’ci kadronun girişimiyle hakkımda yirmiye yakın ceza davası açıldı. Eski eser korumacılığının yüz akı olması gereken yapılarımın yirmi ikisi hakkında yıkım kararı çıktı. Yıkım kararlarının mutat bürokratik yöntemlerle etkisiz hale getirilmesine karşı, İzmir’de ayyıldızlı bayraklı ve Atatürk’lü bir seferberlik ilan edildi. Devlet'in en çirkin organlarının İzmir'deki sesi konumunda olan gazete ile "Atatürkçü" İzmir'in polis kokulu sözcüsü konumundaki köşe yazarları aylar boyunca her gün Nişanyan konusunu manşete taşıdılar. 
Şubat 2011’deki yıkım teşebbüsü, son dakikada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlü emriyle durduruldu. Ardından İzmir valiliğiyle aramı düzeltmek için, yine başbakanlık kaynaklı birkaç yarı-gönüllü girişim oldu. Arabulucu olarak, o günlerde AKP’de suyu kaynamaya başlayan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay görevlendirildi. Bir sonuç alınamadı.
Minnet duydum mu? Belki nankörüm, ama duymadım. İyi bir insan olan Nabi Avcı, samimiyetinden kuşku duymadığım bir iyi niyetle yardımcı olmaya çalıştı; ama arayıp teşekkür etmek içimden gelmedi. Çünkü yıllardır teşhisinde uzmanlaştığım o ikircikli, içten pazarlıklı onayın sesini derhal tanıdım. Yarın yeniden linç edilmem gerekirse nerede duracaklarını hesaplamakta olduklarını bildim. Tayyip Erdoğan’ın Devlet tarafından ele geçirilmiş olduğunu da ilk o günlerde hissettim.
Sikmişim sizin dininizi de, İslamınızı da deme ihtiyacı onu izleyen günlerde içimde karşı konulmaz bir dalga gibi kabardı.




[1] “Sözlüğünü pek beğeniyoruz” diyen ikinci bir kanal da vardı. Belki yanılıyorum, ama o kanaldakiler bana daha dürüst geldi. Birçoğu eski muhafazakâr kanattan, az ya da çok dindar insanlardı.