Federasyon olmadı özerklik verelim



Türkiye'de federasyon olmaz, onu unutun. Bildiğim federasyonların hepsinde alt birimler, egemen ya da egemenimsi devlet geçmişine sahip olan yerlerdir. Kadim zamandan kalma sınırları vardır. Töreleri, tarihleri vardır. Ortak devletin oluşum sürecinde egemenlikten belli tavizler verip bir orta noktada buluşmuşlardır. Merkezi devlet idari kararla bunları kaldıramaz, sınırlarını değiştiremez. İdari kararla egemenlik (hatta yarı-egemenlik) tesis edilmez. İdari kararla özerk birim yaratan, idari kararla özerkliği geri alabilir ya da kuşa çevirebilir. Ona federasyon denmez, hormonlu vilayet denir.
Almanya ve Hollanda, başka koşulların ürünü olan İsviçre, öbür tarafta Hindistan, eskiden bölük pörçük yerler iken yapıştırma yoluyla devlet oldular; o süreçte bazı egemenlik unsurlarını yerel birimlere bırakmayı tercih ettiler veya bırakmak zorunda kaldılar. [Almanya’da asıl gerekçe aşırı güçlenmiş olan Prusya’yı parçalamaktı; bir de, birliğe gönülsüz katılan Bavyera’yı memnun etmek.]
ABD, Kanada ve Avustralya’da İngiliz kolonyal hukukunun garabetleri rol oynadı. Britanya’nın denizaşırı yerleşkeleri merkezin idari sistemi dışında, yarı-müstakil birimler olarak örgütlenmişti. Bağımsızlık ilan edilince ayrı kimliklerinden feragat etmek istemediler. ABD’nin eyalet sistemini tanımlayan, ilk 13 eyaletin normlarıdır. Sonraki eyaletler idari kararla kurulsa da ilk 13’ünün anayasal geleneğini sürdürdüler.
Latin Amerika’da merkezi devletlerin gücü (parası, kadrosu, ordusu, ulaşım olanakları) yoktu. O yüzden taşrayı fiilen başına buyruk bıraktılar. Sonradan kontrol altına almaya teşebbüs edince çoğunda iç savaş çıktı: bkz. Meksika (defalarca), Büyük Kolombiya, Küçük Kolombiya (defalarca), Venezuela, Brezilya, Uruguay. Tatlıya bağlayabilen bağladı, adına federasyon dediler.
Sovyetler’de ve onun cüzü olan Rusya’da da federasyon, iç savaşın ürünüdür. Stalin’in dahiyane buluşuyla tüm Sovyet “halklarına” sonsuz idari bağımsızlık bağışlandı, ama gerçek güç, tümüyle merkeziyetçi yapıda bir anayasa-dışı organa, SBKP’ye verildi. Komünizmin çöküşünden sonra Rusya’da durum tam nedir bilmiyorum, ama SBKP’nin yerini eşit derecede merkeziyetçi bir de fakto yapılanmanın alması kaçınılmazdı; aldı gözüküyor.
Ders 1: Devletler egemenliği kolay kolay kimseyle paylaşmazlar. Paylaşıyorlarsa ya kuruluş koşulları onu gerektirmiştir (İsviçre, ABD), ya da silah zoruyla mecbur edilmişlerdir (Meksika, SSCB).
*
Belli devlet yetkilerinin özel niteliğe sahip bölgelere devredilmesi, yani devolüsyon, ayrı bir şey. İdari bir pragmatizmden söz ediyoruz. Bugün ihtiyaç vardır devredilir; yarın ihtiyaç kalkar geri alınır.
Birleşik Krallık’ı sayma, hiçbir yere benzemez acayip bir model. Oradan aldıkları ilhamla önce İspanya’da, peşinden İtalya ve Fransa’da uyguladılar. Portekiz’de (Azor Adaları), Danimarka’da (Grönland, Faroer Adaları), Filipinlerde (Mindanao Müslüman bölgesi) de emsalleri varmış.
Temel hadise, farklı dili veya kültürü olan bölgelerde o dil veya kültüre hayat alanı yaratmak. Mesela Fransa’da Bretonca veya Korsikaca okullar açmak, o dilde yayınları ve kültürel etkinlikleri kamu fonlarıyla desteklemek, devlet dairelerinde ve yerel meclislerde o dili konuşanlara istihdam yaratmak. Pratik ve insanları memnun eden bir yöntemdir. Güvenlik riski sıfırdır. Türkiye’de uygulanmaması için, devlet idaresinin geleneksel bönlüğü dışında, mantıklı bir sebep görünmüyor.
İlk başta sadece dil/kültür alanları için tasarlanmış bir modeldi, sonra ülke içindeki az gelişmiş bölgelere fon aktarmak için aynı model kullanıldı. İtalya’da mesela Sicilya’nın özel statüsü yanılmıyorsam bu gerekçeye dayanıyor, birtakım vergi ve yatırım kolaylıkları uygulanıyor. Bu da mantıklı bir şey. Türkiye’de çeşitli formlarda denendi, pratikte pek işe yaramadıysa da ileride yarayabilir.
İspanya zaman içinde daha ilginç denemelere girişti, özerk bölgelerin her birinin farklı idari ayrıcalıklar edinmesine izin verdi. Örneğin Bask ve Navarra bölgelerinin mali özerkliği (yani bütün dolaysız vergileri toplama ve dilediğince harcama yetkisi) ve bağımsız polis teşkilatları var, diğer bölgelerin yok. İtalya’da Almanca konuşan nüfusun yaşadığı Trentino ve Yukarı Adige bölgesi, dilerse referandumla İtalya’dan ayrılma hakkına sahip. İskoçya’nın ayrı parlamentosu, İngiltere pound’una eşdeğer ayrı para basan merkez bankası var. Bizim oğlanın dediğine göre milli eğitim politikaları da komple farklıymış.
*
Türkiye’de olur mu? Aklın hüküm sürdüğü bir ülke olsa, en azından dil/kültür alanında olması gereken buydu. Akla ilk gelen bölgenin yanında Dersim ikincisi mi olur? Lazistan gerekir mi? “Biz de isterük” diye ayaklanacak olan diğerleri (Samandağı Alevileri, Borçka Gürcüleri, Pınarbaşı Çerkesleri...) için birtakım yasal düzenlemelerle mikro-özerklik alanları yaratılabilir mi? Konuşulacak şeylerdir, çözümleri bulunur.
İki tanesi zor aşılır, üçüncüsü aşılamaz üç engel var lakin.
Birincisi, Kürdistan fazla büyük. Türkiye’nin nüfusu en hızlı artan 13 ila 15 ilini kapsayacak bir özerk otoritenin bütçesi ve kadrosu, TC yönetiminin hantal metotlarıyla başa çıkamayacağı kadar ciddi bir iktidar odağına dönüşme potansiyeline sahiptir. Korkarlar. Kim olsa korkar.
İkincisi sınırlar belli değil. Ortada tanımlanmış ya da kolayca tanımlanabilecek bir siyasi birim yok. Kars’ta, Erzurum’da, Bingöl’de, Elazığ’da, Adıyaman’da, Gaziantep’te sınırı nasıl çizersen çiz, kan gövdeyi götürecektir.
Üçüncüsü Türk devletinin tarihi hafızasıdır. Onu aşmaya ben imkan göremiyorum.
Türkiye bölgesel özerklik fikriyle yeni tanışmadı. Eflak ve Boğdan vardı. Peşinden Mısır, Samos, Cebeli Lübnan, Küveyt, Girit, Batı Rumeli. Hepsinin akıbeti baştan belliydi. Eflak ile Boğdan’ı saymazsan, özerklik statüsünün ilanıyla son Türk garnizonunun kapı dışarı edilmesi arasında geçen süre ortalama otuz kırk yıldır. Bu geçmişin anılarını genlerinde taşıyan TC devleti, sizce, üç memurla beş öğretmenin Kürtçe konuşmasını sineye çekmek seviyesinde dahi olsa, siyasi özerkliğe geçit verir mi?
*
Bu mevzular 2009’dan 2013’e dek, belki daha da önce, konuşuldu, tartışıldı, rasyonel bir çözümün eşiğine dek gelindi. O noktada Türk devletinin hafızasının bekçileri devreye girdiler, “ne mozayiği ulan”[1]diye kükreyerek duruma el koydular, masayı devirdiler. O zamana dek (gönülsüzce) çözümün ebesi rolünü oynayan Cumhurbaşkanını, iki tokatta[2]hizaya getirdiler. Belki de kendi mantıklarınca haklıydılar, kim bilir? Olmayacak duaya amin demenin bedeli ağır.
Bu saatten sonra çözüm yolu var mıdır? Belki vardır, ben göremiyorum.
Bu aşamaya gelmiş evlilikler, benim bildiğim, ya boşanmayla biter, ya da – Allah göstermesin – cinayetle.




[1]Alparslan Türkeş’in, yanılmıyorsam 1991 tarihli veciz deyimidir. http://www.ilkehaber.com/haber/mhpnin-gazetesinden-sahine-ne-mozaigi-ulan-25782.htm
[2] Mayıs 2013, Aralık 2013.