عربى و عثمانى حروفله سرگذشتم




Benim kuşağımın gençliğinde eski yazı öğrenmek, hele Arapçaya ilgi göstermek, havsalaya sığmayacak işlerdendi. Babalarımızın kuşağında – 1920’den sonra doğanlarda – eski yazı bilen kimse yoktu. Daha doğrusu belki Kuran kursu görenler vardı, ama onlar başka gezegende yaşayan tuhaf canlılardı, bizden rastlayan olmamıştı. Zaten 1928’den sonra kırk yılı aşkın bir süre devlet onaylı Kuran kursları haricinde eski yazı öğretmek kanunen yasaktı. Uygulanır mıydı bilmiyorum, ama kanunda açıkça yazılı hapis cezası vardı. DTCF’deki Arap ve Fars Edebiyatı kürsülerine de kaç öğrenci girebiliyordu Allah bilir.
1974’te üniversite öğrenimim için ABD’ye gittim. Latince biliyordum, Eski Yunancaya başladım, Beowulf’u aslından okuyabilmek için bir iki Eski Anglosaksonca grameri karıştırdım. O aşamada birden kafama dank etti, bunca şeye meraklı olup dedemin Türkçe makalelerini okuyamamanın absürtlüğü. O yılın Aralık başında iki hafta kapanıp eski yazı öğrendim. Hatta Osman Kavala’ya eski yazıyla kargacık burgacık bir mektup yazdım diye hatırlıyorum, hava atmak için.
Noelde birkaç arkadaş New York’ta buluştuk. Aa, ne görelim, liseden kankam Ahmet Karamustafa da eski yazı kursuna niyetlenmiş. Bizden bir yıl büyük olan Cemal Kafadar biliyormuş, onu teşvik etmiş. Sınıfın “temiz çocuğu” olan Hasan Kayalı tepki gösterdi, üçümüzü fena halde haşladı. Bu çağda böyle şeyler yanlışmış, gericilikmiş, Atatürk ülküsüne ihanetmiş, ancak yobazlar Osmanlıca öğrenirmiş... Kaderin cilvesi: adı geçenlerin ben haricindeki üçü de şimdi ABD’nin önde gelen üniversitelerinde Osmanlı tarihi profesörüdür. Hasan Jön Türkler devrinde Arap milliyetçiliği konusunda uzmanlaştı. Cemal Osmanlı dönemi alt tabaka kültürleri konusunda bir numaradır. Ahmet ne yapıyor bilmiyorum.
Eski yazıyı sökünce Arapçanın elzem olduğunu fark ettim. Sophomore yılımda (yani ikinci sınıfta) Fred Donner adlı şahane bir genç hocadan bir yıl Klasik Arapçaya Giriş aldım. Sağlam bir gramer temeli edindim. Fred şimdi Şikago Üniversitesinde profesör, İslam dininin orijinleri, ilk Arap fetihleri, Taberi Tarihi konularında dünyanın önde gelen isimlerinden biri. Sonraki yıl hocam dünyaca ünlü karşılaştırmalı Sami dilleri uzmanı, İbn Haldun mütercimi Franz Rosenthal idi. Doğruca Mukaddime metnini aslından okuyarak başladık. Ancak Rosenthal çok yaşlıydı ve feci Alman aksanlı İngilizcesini takip etmek ömür törpüsüydü. Yılbaşına doğru bir rahatsızlık geçirdi veya gitti, hatırlamıyorum. Yerine can dostum, İstanbullu, Robert Kolejli Dimitri Gutas geldi. Daha kolay diye Binbir Gece Masalları’na döndük. Ama iş tavsadı, sınıfta tek öğrenci ben kaldım. Sonuçta Arapçam fazla gelişemeden kaldı. Şimdi kelime hazinem ve teorik gramer bilgim iyidir, cümleleri bulmaca çözer gibi çözümleyebilirim. Ama bir metni baştan sona oturup oku desen okuyamam. Dimitri Yale’de Arap ve İslam Bilimleri profesörü olmuş. Ortaçağda Yunanca ile Arapça ilişkileri konusunda dünyada bir numara.
Farsça içimde ukdeydi. Ta o yıllarda üç beş tane Hafız ve Sadi beyti ezberleyip yerli yersiz kullandığım vakidir; Mevlana’nın naatını da (Itri’nin Neva Kâr’ı kisvesinde) ezbere bilirim. Nihayet 2004 veya 2005 olmalı, Sözlük çalışmasının ikinci raundunda oturup bir Farsça gramer kitabı okumayı akıl edebildim. Burhan-ı Katı, Steingass, Paul Horn’un Yeni Farsça Etimolojisi, daha sonra Bartholomae’nin Eski İranca Sözlüğü ile MacKenzie’nin Pehlevice Leksikonu günlük yaşamımın parçası haline geldiler; ister istemez büyükçe parçaları ezberimde yer etti. Farsça bildiğimi hala söyleyemem. Ama klasik Fars edebiyatından herhangi bir beyit verin, bir iki sözlüğe bakıp çözerim. Değme İranlının aklına gelmeyecek acayip kelimeleri bazen pırt diye hafızanın torbasından çıkardığım olur.
 *
1988 sonu - 89 başı olmalı, bir iş için Hürriyet gazetesine yolum düştü. Beş on kişilik bir grupla muhabbet ederken eski yazı bir pusula çıkardılar. Okuyamamışlar. Verin bir bakayım dedim; kötü bir el yazısıydı, çözemedim. Murat çözer dediler. O vesileyle tanıştık. Özgüven fakirlerine özgü aşırı kibirden mustarip, kasıntı bir tip. Verin dedi, yalan yanlış da olsa okudu. Bilmediği konularda atıp tutması sinirime dokundu. Birkaç hatasını özenle düzelttim; hatta sırıtmış da olabilirim. (Kötü bir huy biliyorum, ama ne yapayım.)
Murat Bardakçı’nın bana karşı o zamandan beri dinmeyen nefretinin sebebi sanırım budur. Yüz yüze geldiğimizde hep yaltaklanır, alttan alır. Sırtımı dönersem vay halime!
El yazısı pek okuyamam, alışkanlığım yok. (Ali Nesin’i 1986’da askerdeyken eski yazı öğrenmeye ben teşvik etmiştim. Sonradan yıllarca babasının arşivleriyle uğraştı, el yazısını benden daha iyi çözer.) Ama matbaa yazısında sıkıntı çekmem. Kilometrelerce eski gazete arşivi taradım. 2002’de hapisteyken mahkumlara eski yazı dersi verdim. Bu seferki hapiste bir-iki kısa roman, bir de Tanin gazetesinin Türk basınında ilk kez 1909’da Anadolu’ya gönderdiği muhabirinin yazılarından derleme kitabı okudum. İtiraf edeyim, yavaş okuyorum. Yer yer ilkokul ikinci sınıf öğrencisi gibi heceliyorum. 44 yıl sonra hala öyle olması utanç verici, ama elden ne gelir?
İyisi mi yata kalka Atatürk’e dua edelim. Latin alfabesi gibisi yok.