I.
Türkler Anadolu’ya göçmedi, Anadolu’yu fethetti. İkisi farklı şeylerdir. Farkı ne diye sorarsanız Güney Amerika’daki İspanyolları düşünün. Onlar da göçmedi, ya da göçtüyse yüzde beş, yüzde on göçtü. Yerli halk üzerinde egemenlik kurdular. Yönetici bir zümre olarak geldiler. Sömürdüler. 11. yahut 13. yy’da birtakım göçebe “Oğuzların” güruhlar halinde gelip yerli halkın bıraktığı boşluklara iliştiğini, köyler kasabalar kurduğunu zannedenin tarihten haberi yoktur.
Ya da 17. ve 18. yüzyılların iç göçünü geçmişe projekte etmektedir.
II.
Osmanlı devleti, 1453’ten ve hatta 1410’dan itibaren son derece rasyonel, acımasız bir sömürü düzeni kurdu. Kasabalar (ve belki bazı imtiyazlı köyler) İslam hukukunun çizdiği çerçevede nispeten özgürdü. Özel mülkiyet, miras, denetimli serbest ticaret normdu. Kırsal alan ise neredeyse tümüyle kamulaştırıldı. Yerliler serf statüsüne indirgendi. Raiyet/reaya sözcüğünü “serf” olarak çevirmek doğrudur. Tıpkı Fransa serfleri, Prusya Leibeigne’leri ve Rus smerd’leri gibi, reaya toprağa zimmetliydi. Davar ve değirmenle beraber, miri mülkün üretim unsurlarından biriydi. Karın tokluğu karşılığında devlete (ve onun yerel temsilcilerine) artı değer üretmekle mükellefti. Konuştuğu dilimsi şey ve takip ettiği birtakım ilkel töreler, devletin (Müslüman) temsilcileri nazarında mutlak kayıtsızlık konusuydu. Not etmeye bile değer bulmadıkları anlaşılıyor. Hoşgörü? Bir bakıma.
Anadolu ve Trakya’da kasabaların İslam-öncesi adları büyük ölçüde korundu. Miri arazideki yerleşimlere ise, sistemli olarak, devletin resmi dilinde kod adları verildi. Fırat’ın batısındaki kırsal yerleşimlerin büyük bir çoğunluğu bu dönemde adlandırılmıştır. Bu meyanda verilen Avşar, Beğdili, Kınık, Kayı gibi sembolik Oğuz adlarının, tıpkı Elmalı’lar, Kızılcaören’ler ve Hacıahmet’ler gibi, yerel halkın kimliğiyle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılıyor.
III.
Osmanlı sistemi 1580-90’larda çöktü. Önce Celali isyanları ve paşa kavgaları ile başlayan çöküş, Orta ve Doğu Türkiye ile Suriye’de güvenliğin tamamen ortadan kalkması ve büyük halk kitlelerinin yurtlarını terk ederek göçebe ve mülteci olması sonucunu doğurdu. Göçebe gruplar ekonomik yaşamın nispeten canlı kaldığı Batı illerine yönelerek, bu bölgelerin de kısa zamanda çapulcu ve eşkiya yatağına dönmesine yol açtı. Kamu gelirleri radikal bir şekilde azaldı. Miri arazi yağmalandı; tıpkı Sovyet ülkelerinde 1989 sonrası gibi, mafyalaşan kamu görevlilerine peşkeş çekildi. Bir kısmı daha sonra üçüncü şahıslara veya mülteci gruplarına satıldı veya kiralandı. “Mustafabey Çiftliği” ya da “Hekimbaşı köyü” cinsinden yer adları genellikle bu sürece tanıklık eder.
Anadolu’daki yerleşimlerin yaklaşık üçte birinin bu kaotik süreçte iskan edildiği ve adlandırıldığını sanıyorum. Bu yerlerin hemen hepsi “Türkmen” veya “Yörük” olma iddiasındadır. Kanımca karışık veya belirsiz kökenden gelen çok sayıda mültecinin, kaotik koşullarda bu kimliklerden fayda umduğunu söylemek daha doğru olur.
Belirtelim ki Fırat’ın doğusundaki Kürt yayılması da aynı kaos yüzyıllarının eseridir. Ağrı, Hınıs, Bulanık, Bingöl, Van gibi yerlerde verimli arazideki Ermeni köylerinin dış çeperindeki Kürt köylerinin hemen hepsi bu dönemde ortaya çıkmış görünüyor.
IV.
Devlet açısından bir felaket olan bu göçlere karşı ekonomik ve idari bir tedbir olarak Osmanlı devleti 18. yy’ın ikinci yarısında Anadolu’ya Rum (ve belki daha az Ermeni) iskan etme politikası gütmüştür. Bizim Şirince dahil olmak üzere Anadolu’daki Rum köylerinin pek çoğu bu dönemde ortaya çıkar. Bu hadisenin gerek Rum gerek Osmanlı söylemindeki ideolojik yansımaları, üzerinde çok az durulmuş ilginç konulardandır. Bir neo-Bizans mümkün müydü? 3. Selim devrinde bu sorunun, Rum, Rus, Ermeni ve hatta Müslim pek çoklarınca sorulduğu anlaşılıyor.
19. yy’ın ikinci yarısında gelen Tatar, Çerkes, Gürcü ve Rumelili göçleri, Rum ve Ermeni kolonizasyonuna oranla hem demografik açıdan daha bereketli, hem ideolojik açıdan daha risksiz bir alternatif sağlamıştır. Bu dönemde Devlet eliyle kurulan sayısız Aziziye’ler, Hamidiye’ler ve Reşadiye’ler, üç yüz yıllık bir kaos ve anarşi aralığından sora Anadolu’nun Devlet öncülüğünde yeniden medenileştirilmesinin simgeleridir.