Osmanlı köle sever




Her toplumda seçkinler aristokratlaşma eğilimi gösterir. Seçkin (yani elit) demek, yetenekle, beceriyle, şansla ya da zorbalıkla, çok insanın hayatını belirleyecek kararlar verme pozisyonuna gelmiş kişi demek – bakan, komutan, fikir ve moda önderi, para babası, mafya babası, halk kahramanı, alim ve saire. Bunlar mesela yalınayak köylüyken oraya gelmiş olabilir, ya da aileden servet ve itibara varis olabilir. Elit olmak için aristokrat olmak gerekmez. Mantıken gerekmez yani, uygulamada bazen gerekebilir.
Aristokratlaşmak demek seçkinlerin kendini kapalı bir zümre ya da sınıf olarak tanımlaması demek. Yani giriş bariyerlerini yükseltmek; “içeriden” olmayanlara kapıları kapatmak. Nasıl yapılır? Umumiyetle son derece sofistike, taklidi güç birtakım toplumsal normlar oluşturulur. Bunlar kırk yılda zor öğreneceğin şeylerdir; bilmeyene “hop birader damsız girilmez” denip kapılar kapatılır. Fiiliyatta bunun anlamı elit pozisyonların elit aile çocuklarına tahsis edilmesidir. Bir “seçkinler kültürü” yaratırsan, kaçınılmaz olarak “iyi aile çocukları” üretmiş olursun. Bir sonraki kuşakta elit pozisyonlara onların gelmesini eşyanın tabiatına uygun sayarsın.
Eski Avrupa’da yağma ve çapul yoluyla arazi edinmiş ya da parasıyla zengin olmuş insanların kont, lord, dük gibi unvanlarla altsoylarını güvenceye almaları tipik bir aristokratlaşma örneğidir. Eğitimi elit pozisyonları için başlıca norm haline getirdikten sonra Harvard’ın fiyatını uçuk seviyelere çıkarmak bir başka aristokratlaşma modelidir. “Haza İstanbul beyefendisi” sıfatına layık görülen kişileri övüp beğenmek tipik bir aristokratçılık vakasıdır.
İmdi, aristokratlığın fazlası zarardır. Bunu herkes bilir. Kapıları kapatınca dışarıdaki akıllı, hırslı, yetenekli insanların öne çıkmasını önlemiş olursun. Seçkin babanın evladı genellikle vasata meyleder. Mirasyediden hayır gelmez. Aristokrasinin katılaşması bu nedenle toplumlara durgunluk ve beyin ölümü getirir. Bir süre sonra kapı dışında birikenler patlar, şatoları yakıp sahiplerini boğazlarlar. Barbarlar kazanır.
Lakin bir miktar aristokrasi iyi bir şeydir. Demokrasi çağında, hele Türkiye gibi avamperverliğin ibadet sayıldığı toplumlarda bunu söyleyen dayak yer gerçi, ama gerçek budur. Birkaç sebeple öyledir.
Birincisi insan tabiatı. Onca hırs, kavga, emekle bir yerlere gelmişsin; evladına bir gelecek sağlayamayacak olduktan sonra neye yarar? Gücünün ve itibarının en azından bir kısmını özelleştiremiyorsan zaten motivasyon ortadan kalkar, sinik ve ilkesiz olursun. Günü kurtarmaktan başka derdin olmaz. İtibar, eğer kalıcıysa değer taşır. Ya da kalıcıysa daha fazla değer taşır diyelim.
İkincisi kültür. Yani sanat, zarafet, üslup, edep, gusto, öyle şeyler. Bunlar elit zümrenin kendini dışarıdakilerden korumak için tel tel ördüğü kozadır. Her çağda ve her diyarda öyledir. Medeniyet dediğin de bundan başka bir şey değil zaten. Bunlar olmasa geriye güç mücadelesinin kanlı ve yırtıcı dişlerinden başka şey kalmazdı.
Üçüncüsü ve en önemlisi özgürlük. Bakın bu konu mühim. Boşuna hayal kurmayın: bir miktar aristokrasi olmadan özgürlük olmaz. Kıçı açık insan özgür olamaz; mevzi kazanmak ve yerini korumak için her gün vahşi hayvanlarla boğuşmak zorunda olan insan da özgür olamaz. İnsan yaşamında aklın ve vicdanın özgürlüğünü ön plana çıkarabilmek için dayanacak bir yerin olması lazım; toplumsal konumundan ve itibarından az çok emin olman lazım. “Bugün güçlü olanın hoşuna gitmezsem mahvoldum, yalınayak geldim yalınayak giderim” diye düşünen insanın özgürlük gibi bir lüksü olamaz.
Eğer bir miktar aristokrasi yoksa toplumda sadece o gün güçlü olanın borusu öter. Dün ve önceki gün güçlü olanların evlatları hala oradaysa, “dur bakalım hemşo, o iş senin bildiğin gibi değil” deme ihtimali – belki, bazen – olabilir.
Demek ki neymiş? Aristokrasinin fazlası zarar, azı da zararmış. Ölçü lazımmış.
*
Osmanlı devletinin temel içgüdüsü her türlü aristokrasinin üremesini ve kök salmasını önlemektir. Sadece ulema sınıfında (yani medrese mezunu alim ve fakih zümresinde) ırsi bir aristokrasinin ortaya çıkmasına göz yummuş ya da yummak zorunda kalmıştır; fakat onların devlet yönetiminde etkili olmasına izin vermemiştir. Asıl yönetici olan askeriye sınıfında ve daha sonra güçlenen sivil kalemiyede her zaman toplumun en alt tabakalarından gelenler tercih ve teşvik edilmiştir. Paşaların büyük çoğunluğu, herhangi bir ailevi geçmişi olmayan türediler ve kariyer memurlarıdır; bir kısmı satılmış köledir, Hıristiyan reayadan devşirilmiş esirdir, ya da yabancı sığınmacıdır. Belli bir asgari eğitim düzeyi gerektiren sivil bürokrasinin 19. yy’da öne çıkmasıyla beraber şehirli alt-orta sınıflar biraz daha avantajlı konuma geçer. Ama o zaman bile devlet, hazır eğitimli adam almaktansa elemanlarını meslekte eğitme yolunu seçmiştir. Yıldırım Bayezid’den sonra padişahlar asla soylu aileden kız almamış, soyu sopu belirsiz cariyeleri tercih etmiştir. Neme lazım, saltanata rakip çıkar.
Cumhuriyet rejiminin bu kadim geleneği aynen sürdürdüğünü görüyoruz. İki kademeli 1913/1923 devriminin ana iddiası, son devir Osmanlı’nın “monşerleşmiş” elit kadrolarını tasfiye etmektir. (Ondan sonraki otuz yıl boyunca Paris, Nis, Viyana, Kahire ve Beyrut, düşkün Osmanlı zadeganıyla dolup taşar.) Tek parti döneminde yetişen nispeten iyi eğitimli ikinci kuşak kadrolar 1960 ihtilalinden sonra acımasızca biçilir. Hasbelkader devlet teşkilatında kalmış nitelikli kadroların tamamını 12 Eylül rejimi tasfiye eder. (Öyle ki, ülkenin açık farkla en iyi elit okulu olan Robert Kolej’den benimle aynı yıl mezun olan 190 kişiden sadece bir veya ikisi kamu sektöründe iş bulur.)
Bugün olup bitenler de aynı geleneğin devamıdır. 1980 sonrasında yurt dışında eğitim gören ya da yurt dışından esen rüzgarlardan etkilenen ikinci ya da üçüncü kuşak burjuva çocuklarının neredeyse tamamı kamudan ve yüksek eğitim kurumlarından atılmıştır. Gezi parkında birtakım çocukça protestolar yapmak ya da yurt dışına iltica etmekten başka seçenek bırakılmamıştır. Yerlerine, elit kökenli olmamak dışında ortak paydaları olmayan yeni kadrolar atanmıştır. Hiç merak etmeyin, otuz sene sonra onların da suyu kaynar.
Osmanlı köle sever. Eski zaman Avrupa’sı gibi perukalı soytarılara, kibarzadelere prim vermez. Osmanlı’nın simgesi, okuması yazması olmayan ama padişaha sadakati sayesinde müşir ve paşa rütbesi kazanıp imparatorluğun en güçlü adamlarından biri olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’dır.
*
Niccolò Machiavelli tüm zamanların en parlak siyasi düşünürlerinden biridir. Titiz ve çalışkan bir tarihçidir. Devrimci Floransa cumhuriyetinde 14 yıl kadar üst düzey devlet görevlerinde bulunduktan sonra rejim değişikliğinde hapsedilmiş ve işkence görmüştür. 1513 yılında hapisten kurtulduktan hemen sonra yazdığı Hükümdar adlı eserinin 4. başlığında Fransa ile Türkiye’yi kıyaslar. Yüz yıldır girdiği her savaştan galibiyetle çıkan ve zaten uçsuz bucaksız olan imparatorluğunu iki katına çıkarmanın eşiğinde duran Osmanlı’nın, uzun vadede kaybetmeye mahkum olduğu kanısını dile getirir.
Şöyle: (Çeviriyle uğraşamayacağım, kusura bakmayın.)
“The principalities of which one has record are found to be governed in two different ways: either (1) by a prince, with a body of servants, who assist him to govern the kingdom as ministers by his favour and permission; or (2) by a prince and barons, who hold that rank by inheritance and not by appointment by the prince. Such barons have states and their own subjects, who recognize them as lords and have a natural loyalty to them. Those states that are governed by a prince and his servants respect their prince more, because in all the country there is no one who is recognized as having greater power than him. If they show respect to another, they do it as to a minister and official to whom they do not bear any particular loyalty.
The examples of these two governments in our time are the Turk and the King of France. The entire country of the Turk is governed by one lord, the others are his servants. He divides his kingdom into regions, and sends different administrators there. He shifts and changes them as he chooses. But the King of France is placed in the midst of an ancient body of lords, acknowledged by their own subjects and loved by them. They have their own rights, and the king cannot take these away except with some risk of rebellion. Therefore, there would be great difficulties in seizing the state of the Turk, but, once it is conquered, great ease in holding it. The causes of the difficulties in seizing the kingdom of the Turk are that the invader cannot be called in by the princes of the kingdom. Nor can he hope to be assisted in his designs by the rebellion of those whom the prince has around him. This arises from the reasons given above. His ministers, being all slaves and servants, cannot be easily bribed, and one can expect little advantage from them when they have been bribed, as they cannot carry the people with them. Hence, he who attacks the Turk must bear in mind that he will find him united, and he will have to rely more on his own strength than on the rebellion of others. But, once the Turk has been conquered in the field in such a way that he cannot replace his armies, there is nothing to fear but the family of this prince. Once they are killed, there remains no one to fear. The others have no credit with the people, and as the conqueror did not rely on them before his victory, so he ought not to fear them after it.
The contrary happens in kingdoms governed like that of France. One can easily enter there by gaining the cooperation of some baron of the kingdom for one always finds dissatisfied barons who desire a change. Such men, for the reasons given, can open the way into the state and make the victory easy. But if you wish to hold the kingdom afterwards, you meet with infinite difficulties, both from those who have assisted you and from those you have crushed. Nor is it enough for you to have destroyed the family of the prince, because the lords that remain make themselves the heads of fresh movements against you. Because you are unable either to satisfy or destroy them, that state is lost whenever time brings the opportunity.
Now if you will consider what was the nature of the government of Darius, you will find it similar to the kingdom of the Turk. Therefore it was only necessary for Alexander, first to conquer him in battle, and then to take the country from him. After the victory, Darius being killed, the state remained secure to Alexander for the above reasons. And if his successors had been united they would have enjoyed it securely and at their ease, for there were no rebellions raised in the kingdom except those they caused themselves.
But it is impossible to easily hold states constituted like that of France. Hence there were frequent rebellions against the Romans in Spain, France, and Greece, because of the many principalities there were in these states. As long as the memory of them lasted, the Romans always held an insecure possession. However, with the power and long continuance of the empire, the memory of them passed away, and the Romans then became secure possessors. And later when the states fought amongst themselves, each one was able to attach to himself his own parts of the country, according to the authority he had assumed there. The family of the former lord had been destroyed, and so none other than the Romans were acknowledged.
When these things are remembered no one will wonder at the ease with which Alexander held the Empire of Asia. And none will wonder at the difficulties which others have had to keep an acquisition, such as Pyrrhus and many more. This is not caused by the ability of the conqueror, but by the lack of uniformity in the subject state.”