I.
Laiklik şarttır ve hayati önemdedir. Bin yıl öncenin hurafelerini kamu yönetiminden dışlamadan, gençleri o zararlı iptiladan az ya da çok kurtaracak tedbirleri almadan, sağlıklı ve uygar bir toplum yönünde adım atılamaz.
Türkiye laiklik yönündeki en ciddi adımlarını 1850-60’larda ve tekrar 1908’i izleyen yıllarda attı. Ülkede Müslüman olmayan herkesi ve her şeyi imha ettikten sonra Cumhuriyet rejiminin benimsediği “laiklik” politikası sahtekârlıktan ibarettir. Görüntüsü modernleştirilmiş, fakat İslam dininin en çirkin boyutları – kâfir nefreti, milleti hakime kibri, fetih hırsı – korunup pekiştirilmiş bir Devlet Dini yaratma teşebbüsüdür. Hüsranla sonuçlanmıştır.
II.
Cumhuriyetin kurucusu, kelimenin klasik anlamıyla “Büyük” bir adamdır. Olağanüstü siyasi zekâya ve iradeye sahip, büyük riskler almış ve büyük hatalar yapmış, etkileyici bir liderdir. Hayret edilecek ölçüde realist, gıpta edilecek ölçüde radikaldir. Günümüzde Türk Faşizminin simgesi ve ikonu haline gelmemiş olsaydı, yaşam öyküsünün bir büyük dram veya siyasi destan olarak ele alınmasını savunabilir, hatta o göreve kendimiz talip olabilirdik.
Ne yazık ki mutlak iktidarın kaçınılmaz olarak getirdiği mutlak cinnetten, en azından selefi Abdülhamit kadar, ve en azından halefi olan bugünkü örnekler kadar, nasibini almıştır. 1920’lerin sonlarından veya 1930’ların başlarından itibaren, ruhsal dengesini normal insanlara özgü ölçüler içinde değerlendirmek mümkün değildir. Mutlak gücün kanlı, paranoyak, akıl ve hukuk dışı üslubu iktidarının son on yılına damgasını basmış; ülkeye, etkileri günümüze dek hissedilen hasar vermiştir.
III.
Bugün memleketin ufkunu saran kara kargaların akla ve bilgiye saldırılarına tanık oldukça “Atatürk’ün Türkiye’si böyle mi olacaktı” diye iç geçiren iyi niyetli insanlar, önce 1930’lu yıllarda Atatürk’ün şahsi gözetimi altında toplanan Türk Dil ve Türk Tarih Kongrelerinin tutanaklarını incelemelidirler. Türkiye’de entelektüel ahlaksızlığın ve iktidara yaranma hırsının ulaşabileceği seviyeler hakkında yeterli bilgi sahibi olduktan sonra, günümüz hakkında daha sağlıklı bir eleştiri mümkün olabilir.
IV.
En geç 1960’tan bu yana, sağ ve sol çeşitli kılıklara bürünen Kemalcilik, Türk Faşizminin kod adıdır. “Ulusal bağımsızlık” kisvesi altında, Batı dünyası ile her türlü ittifakın ve yakınlaşmanın asli düşmanıdır. “Anti-emperyalizm” görüntüsü altında, Türk milletinin genetik kodunda var olan gâvur düşmanlığını durmaksızın kışkırtır. Tarih anlatısı, gerek Cumhuriyetin gerek Osmanlı’nın temel ekonomik gerçeği olan gayrimüslim soygununu meşrulaştırmaktan başka amaca hizmet etmez. Bireysel girişime ve bireysel özgürlüklere karşı daima Devlet’in kahredici gücünden yanadır. Demokrasiyi kendi varlığına ve ideolojik egemenliğine yönelik ölümcül bir tehlike olarak algılar. Tüm totaliter ideolojiler gibi, müktesep hak ve hukuk kavramlarından yoksundur; hakkı ve hukuku, kendi egemenliğinin işine geldiği ölçüde ve işine geldiği sürece bahşedilecek bir ihsan olarak görür. “Vatan” olarak tanımladığı kendi iktidarı mevzubahis ise hukukun ve bireyin, aklın ve vicdanın, terbiyenin ve uygarlığın kolayca harcanacak teferruat olduğuna inanır.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde 1930’larda cinnet halini alan ve günümüzde yeniden yükselişte olan milliyetçi dikta ideolojilerinden içerik açısından ciddi bir farkı yoktur. Dört kuşaktan beri sürdürülen endoktrinasyonla toplumun beynine kazındığı için, ve son dönemde “sol” söylemle aşılanıp olası bir gerçek muhalefet hareketine karşı bağışıklık kazandığı için, dünyanın başka bucaklarındaki Faşist hareketlerin pek çoğundan daha tehlikelidir.
V.
Son yıllarda ülkeyi saran İslami azgınlık, Kemalci hegemonyanın doğal ürünü ve doğal tepkisidir.
Doğal ürünüdür, çünkü doksan yıldan beri sürdürülen “Milli” Eğitim programları, doğal olarak, dünyadan habersiz, yabancı dil bilmeyen, Batı’yı ancak Haçlı Seferi/Viyana Muhasarası/Denize dökülen düşman/Misyoner komplosu olarak algılayan, dünyaya ve medeniyete düşman bir kitle yaratmıştır. 1930’lar veya 1960’lar usulü Türk ırkçılığı bugün fikren yetersiz kaldığı için, o kitle, yakın coğrafyadaki “kardeş” kavimleri de kapsayan bir tür İslami milliyetçiliği dar anlamda Türkçülükten daha doğal ve daha inandırıcı bulmaktadır.
İslamcı dönüşüm aynı zamanda Kemalist hegemonyaya bir tepkidir, çünkü Faşist-Devletçi ideolojinin dayattığı mutlak ahlaki kofluk ("vatan mevzubahisse...") insanlarda doğal olarak bir ahlaki dayanak arayışına yol açmış, ve cumhuriyet eğitiminin bıraktığı entelektüel boşlukta insanlar aradıkları dayanağı dededen kalma birtakım hurafelerde bulabileceklerine kendilerini inandırmışlardır.
O yüzden diyoruz ki bunlar Kemal’in gayrimeşru çocuklarıdır. Ve o yüzden diyoruz ki Kemalci tümör temizlenmeden bu ülke dikiş tutmaz.
Laiklik şarttır ve hayati önemdedir. Bin yıl öncenin hurafelerini kamu yönetiminden dışlamadan, gençleri o zararlı iptiladan az ya da çok kurtaracak tedbirleri almadan, sağlıklı ve uygar bir toplum yönünde adım atılamaz.
Türkiye laiklik yönündeki en ciddi adımlarını 1850-60’larda ve tekrar 1908’i izleyen yıllarda attı. Ülkede Müslüman olmayan herkesi ve her şeyi imha ettikten sonra Cumhuriyet rejiminin benimsediği “laiklik” politikası sahtekârlıktan ibarettir. Görüntüsü modernleştirilmiş, fakat İslam dininin en çirkin boyutları – kâfir nefreti, milleti hakime kibri, fetih hırsı – korunup pekiştirilmiş bir Devlet Dini yaratma teşebbüsüdür. Hüsranla sonuçlanmıştır.
II.
Cumhuriyetin kurucusu, kelimenin klasik anlamıyla “Büyük” bir adamdır. Olağanüstü siyasi zekâya ve iradeye sahip, büyük riskler almış ve büyük hatalar yapmış, etkileyici bir liderdir. Hayret edilecek ölçüde realist, gıpta edilecek ölçüde radikaldir. Günümüzde Türk Faşizminin simgesi ve ikonu haline gelmemiş olsaydı, yaşam öyküsünün bir büyük dram veya siyasi destan olarak ele alınmasını savunabilir, hatta o göreve kendimiz talip olabilirdik.
Ne yazık ki mutlak iktidarın kaçınılmaz olarak getirdiği mutlak cinnetten, en azından selefi Abdülhamit kadar, ve en azından halefi olan bugünkü örnekler kadar, nasibini almıştır. 1920’lerin sonlarından veya 1930’ların başlarından itibaren, ruhsal dengesini normal insanlara özgü ölçüler içinde değerlendirmek mümkün değildir. Mutlak gücün kanlı, paranoyak, akıl ve hukuk dışı üslubu iktidarının son on yılına damgasını basmış; ülkeye, etkileri günümüze dek hissedilen hasar vermiştir.
III.
Bugün memleketin ufkunu saran kara kargaların akla ve bilgiye saldırılarına tanık oldukça “Atatürk’ün Türkiye’si böyle mi olacaktı” diye iç geçiren iyi niyetli insanlar, önce 1930’lu yıllarda Atatürk’ün şahsi gözetimi altında toplanan Türk Dil ve Türk Tarih Kongrelerinin tutanaklarını incelemelidirler. Türkiye’de entelektüel ahlaksızlığın ve iktidara yaranma hırsının ulaşabileceği seviyeler hakkında yeterli bilgi sahibi olduktan sonra, günümüz hakkında daha sağlıklı bir eleştiri mümkün olabilir.
IV.
En geç 1960’tan bu yana, sağ ve sol çeşitli kılıklara bürünen Kemalcilik, Türk Faşizminin kod adıdır. “Ulusal bağımsızlık” kisvesi altında, Batı dünyası ile her türlü ittifakın ve yakınlaşmanın asli düşmanıdır. “Anti-emperyalizm” görüntüsü altında, Türk milletinin genetik kodunda var olan gâvur düşmanlığını durmaksızın kışkırtır. Tarih anlatısı, gerek Cumhuriyetin gerek Osmanlı’nın temel ekonomik gerçeği olan gayrimüslim soygununu meşrulaştırmaktan başka amaca hizmet etmez. Bireysel girişime ve bireysel özgürlüklere karşı daima Devlet’in kahredici gücünden yanadır. Demokrasiyi kendi varlığına ve ideolojik egemenliğine yönelik ölümcül bir tehlike olarak algılar. Tüm totaliter ideolojiler gibi, müktesep hak ve hukuk kavramlarından yoksundur; hakkı ve hukuku, kendi egemenliğinin işine geldiği ölçüde ve işine geldiği sürece bahşedilecek bir ihsan olarak görür. “Vatan” olarak tanımladığı kendi iktidarı mevzubahis ise hukukun ve bireyin, aklın ve vicdanın, terbiyenin ve uygarlığın kolayca harcanacak teferruat olduğuna inanır.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde 1930’larda cinnet halini alan ve günümüzde yeniden yükselişte olan milliyetçi dikta ideolojilerinden içerik açısından ciddi bir farkı yoktur. Dört kuşaktan beri sürdürülen endoktrinasyonla toplumun beynine kazındığı için, ve son dönemde “sol” söylemle aşılanıp olası bir gerçek muhalefet hareketine karşı bağışıklık kazandığı için, dünyanın başka bucaklarındaki Faşist hareketlerin pek çoğundan daha tehlikelidir.
V.
Son yıllarda ülkeyi saran İslami azgınlık, Kemalci hegemonyanın doğal ürünü ve doğal tepkisidir.
Doğal ürünüdür, çünkü doksan yıldan beri sürdürülen “Milli” Eğitim programları, doğal olarak, dünyadan habersiz, yabancı dil bilmeyen, Batı’yı ancak Haçlı Seferi/Viyana Muhasarası/Denize dökülen düşman/Misyoner komplosu olarak algılayan, dünyaya ve medeniyete düşman bir kitle yaratmıştır. 1930’lar veya 1960’lar usulü Türk ırkçılığı bugün fikren yetersiz kaldığı için, o kitle, yakın coğrafyadaki “kardeş” kavimleri de kapsayan bir tür İslami milliyetçiliği dar anlamda Türkçülükten daha doğal ve daha inandırıcı bulmaktadır.
İslamcı dönüşüm aynı zamanda Kemalist hegemonyaya bir tepkidir, çünkü Faşist-Devletçi ideolojinin dayattığı mutlak ahlaki kofluk ("vatan mevzubahisse...") insanlarda doğal olarak bir ahlaki dayanak arayışına yol açmış, ve cumhuriyet eğitiminin bıraktığı entelektüel boşlukta insanlar aradıkları dayanağı dededen kalma birtakım hurafelerde bulabileceklerine kendilerini inandırmışlardır.
O yüzden diyoruz ki bunlar Kemal’in gayrimeşru çocuklarıdır. Ve o yüzden diyoruz ki Kemalci tümör temizlenmeden bu ülke dikiş tutmaz.