Siyaset yaz dediler, işte yazdım



Israrla söylüyorum ki belanın başı Tayyip değildir, TC devletinin kanserleşmiş yapısıdır. Tayyip, namus ve vicdan sahibi her insanın yapacağını yapıp o yapıyla mücadele etmeye çalıştı. Başaramadı. Başaramayacağını anlayınca, namuslu insanların hicap duyacağı (fakat belki başka çare kalmayınca mecburen sergileyeceği) bir kıvraklıkla, düşmanın elini sıkıp ona iltihak etti. Hatta görünüşe göre kendi liderliğini ona kabul ettirdi. Gerçekten ettirdi mi, bakın ondan emin değilim. Yeniçeriyi kendi iradesine ram edecek kadar usta bir oyuncu mudur? Yoksa, imkânsız bir siyasi pozisyonda kendini tüketmesini bekliyorlar, zamanı gelince yılanın gömleğini atması gibi buruşturup bir kenara mı atacaklar? Yaşayan görecek.
Darbe mekaniği
Türkiye 1990’lardan 2009/2010 yılına dek ciddi bir darbe hazırlığının ve darbe tehdidinin gölgesinde yaşadı. “Darbe” derken 15 Temmuz gibi bir operet darbesi düşünmeyin lütfen (gece vakti helikopterden on adam iner, TRT’yi işgal edip spiker kızı rehin alırlar, Malatya komutanı telefonda yanlış kişiden emir alır vb.). Kalıcı bir şekilde iktidarı ele geçirmeye kararlı, bu uğurda güç kullanmaktan ve oluk oluk kan akıtmaktan çekinmeyecek organize bir yapı düşünün.
Failleri devletin güvenlik organları içinde çöreklenmiş, vatan-millet ve atam-yatam edebiyatıyla beyni pelteleşmiş bir zümreydi. Değişen dünyada iktidarlarını ve sosyal ayrıcalıklarını kaybetme korkusu içindeydiler. Bu korkularında haksız da değildiler. Varlıklarına yönelik en büyük tehditler Batı kaynaklıydı. Avrupa Birliği projesi onlar için ölümcül tehlikeydi; ABD’nin özellikle Clinton ve Obama dönemlerinde benimsediği liberal söylem, iktidarları için çürütücü asitti. Bir müddet için Batı’nın yerel müttefiki ve sözcüsü rolünü üstlenen Erdoğan hükümetlerini, bu nedenle, iblisin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Önderlerini asmayı, kazığa oturtmayı, cesetlerini köpeklere yedirmeyi düşlediler. Kürt, Ermeni, Kıbrıs meselelerindeki açılımlarını baltalamak için ellerinden geleni yaptılar.
ABD yönetiminin belki bir kanadının, akıl almaz bir basiretsizlikle, Türkiye’deki yapısal dönüşümün taşeronluğunu saçma sapan bir tarikate yüklemeye teşebbüs etmesi darbecilerin ABD’ye yönelik nefretinin bir nebze olsa meşruluk kazanmasına yardımcı oldu. Batı’ya sırtlarını dönmelerinde, Batı dünyasının gerileyiş ve çöküşüne ilişkin birtakım rasyonel ya da yarı-rasyonel hesaplar da rol oynamış mıdır? Kestiremiyorum. 1945 sonrasında kurulan ABD-merkezli dünya düzeninin yirmi yıl içinde altüst olacağını hesaplıyorsan Türkiye gemisinin rotasını nereye kırarsın? Düşünmek lazım.
Her halükârda amaçları, Türkiye’nin yüz seksen yıllık Batı macerasına son vermekti. Bu uğurda, bunca yılın düşmanı Rusya’ya yönelmekten çekinmediler. Çin’e, İran’a dair fanteziler kurdular. Kayda değer bir üretimi ve doğal kaynakları olmayan, kalifiye kadrolarının tamamı ilk fırsatta yurt dışına kaçmaya hazır, ordusu son üç yüz yılda girdiği hemen her savaşı kaybetmiş bir ülkenin tek başına dünyaya meydan okuyabileceğine kendilerini inandırdılar. Bürokratik alemin ucuz hamaseti ve ahlaki yozlaşmışlığı dışında herhangi bir entelektüel donanımları yoktu. Vatan mevzubahis ise hakikatin, bilginin, tutarlılığın teferruat olduğuna inanıyorlardı. Çok cahildiler.
Batılılığın ülkedeki psikolojik temellerini tahrip etmek için, Türk milletinin genetik koduna işlemiş olan gâvur nefretini ustaca kaşıdılar. Türkiye’yi, kısa zamanda, Amerika ve Avrupa düşmanlığının bütün dünyada en yoğun biçimde kamuoyuna yansıdığı ülke haline getirmeyi başardılar. Batı düşmandı. Karanlık komploların ve gizli emellerin diyarıydı. İblis-savar olarak dağlara, tepelere ve meydanlara kazık gibi bayraklar diktiler. Zavallı Atatürk’ü, kâfir Batı’ya karşı açtıkları kutsal cihadın ikonası ve muskası olarak kullandılar.
O cihadın ateşi içinde, kanlı ve bozkurtlu bir tür İslami hamasetin memleketin hastalıklı muhayyilesini ele geçirmesi sizce şaşırtıcı olmuş mudur?
Yetmedi, ama evet
Bunlara karşı girdiği mücadelede ben Erdoğan’ın en azından bir noktaya kadar samimi olduğuna inanıyorum. Baştan beri onların adamı mıydı? Hiç tahmin etmediğiniz bir yönde mi yaptı takiyeyi? Sanmam. Gerçek dünyada hiç kimse o kadar şeytani planlar yapamaz, yapsa da sürdüremez. Her halükârda o habislere karşı Batı ittifakının temsilcisi olarak öne çıktığı sürece desteklenmesi doğruydu ve gerekliydi. Ben destekledim, oyumu da verdim. Saati 2007’ye yahut 2009’a çevirirsen gene aynı şeyi yaparım. Memlekette uygarlık (= Batılılık) davasını ciddiye alan aklı başında insanların ezici çoğunluğu da benim gibi düşündü.
Risklerin farkında değil miydik? Elbette farkındaydık. Zihinsel donanımı yetersizdi, öbürlerinin milli ve hamasi önyargılarından arınmış değildi. İyi bir taktikçiydi fakat uzun vadeli vizyonu yoktu. Kadrosu üçüncü sınıf kasaba politikacılarından ve vurkaççı çakallardan (ve Davutoğlu gibi boş kafalı zevzeklerden) ibaretti. Avrupa Birliği politikasında samimi miydi bilmiyorum. Fakat Kürt, Kıbrıs ve Ermeni meselelerini çözmek için samimi bir çaba harcadığından eminim. Ta 2014’ün ilk aylarına dek, Kürt diyarına barışı getiren adam olarak tarihe geçmeyi hayal ettiğini biliyorum. Hayalini gerçekleştirecek ufku, cesareti, kadrosu ve gücü yoktu yazık ki.
Tarihi rövaşata
Devletin içinde çöreklenmiş olan kanserli yapıyı almak için 2007’den itibaren büyük bir kavgaya girişti. Yapamadı. Neden yapamadı? Belki iradesi yetersizdi. Belki kanserli yapının ameliyat kabul etmeyecek kadar bünyeyi sarmış olduğunu anladı. Belki müttefiklerine güvenemedi, kendisine ihanet edeceklerini gördü. Dönüm noktası sanırım Eylül 2010 referandumunun hemen sonrasıydı. Yaklaşık o günlerde Tayyip Erdoğan’ın ölüm uçuşu başladı.
Darbeyi Kemal muskalılardan beklerken, ilk darbe teşebbüsü Şubat 2012’de kendi müttefiklerinden geldi. Mayıs-Haziran 2013’te, muhtemelen spontane olarak gelişen, ama hükümet cephesinde büyük paniğe yol açan ve hükümetin siyasi geleceğinin pamuk ipliğine bağlı olduğu inancını besleyen bir kalkışma yaşandı. Aralık 2013’te ve onu izleyen kasetler savaşında, normal olarak hiçbir demokratik hükümetin sağ kurtulamayacağı bir yaylım ateşi açıldı.
Aklı başında herkesin “bu oyun burada biter” dediği andı. Ben şahsen üç ay içinde düşeceğine dair kaç kişiyle bahse girdim. Ve kaybettim. Erdoğan pes etmedi. Futbol tarihinde eşine ender rastlanır bir rövaşata ile topu yüz seksen derece çevirdi; daha düne kadar kendisini ve ailesini yağlı kazığa oturtmayı düşleyenlerin kampına gitti ve onlara katıldı. Ergenekoncu generaller salıverildi. Hayatının projesi olan Kürt barışı terk edildi. Şehit ve vatan haini imalatına hız verildi, memleket sathı kan ve bayrakla donatıldı. Avrupa ile uzlaşmanın kilidi olan Kıbrıs barışı çıkmaz ayın son gününe ertelendi. Avrupa ve ardından Amerika düşman ilan edildi. En önemlisi, askeriyenin Fethullahçıları kökten tasfiye etme projesine yeşil ışık yakıldı. Karşılığında? Karşılığında Tayyip Erdoğan’ın iktidarını – ve muhtemelen yaşamını – sürdürmesine izin verildi.
Yapılan iş kepazeliktir. Ahlaki rezalettir. Siyasi bir intihar hamlesidir. Aynı zamanda siyasi deha eseridir. Nefesimiz kesilerek izliyoruz.
Yazının ilk bölümünde tarif ettiğimiz darbe bugün gerçekleşmiştir. Kadroları ve ideolojisi iktidardadır. Yıllardan beri tasarladığı kanlı tasfiye adım adım gerçekleşmiştir ve gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin uygar dünya ile ilişkileri, kuşaklar boyu bir daha düzelemeyecek şekilde tahrip edilmiştir. Kırk yıldan beri Türkiye’de uygarlığın ve Batılılığın sözcüsü konumunda olan herkes korkutulup kaçırılmış ya da zindana atılmıştır (ki bununla yetineceklerini de maalesef sanmıyorum). 2007-2008-2009’da darbe tehlikesine karşı halkı ve hükümeti uyaran fikir önderlerinin hepsi bugün müebbetle yargılanmaktadır. Devlet çetesinin ellerini bir nebze bağlayan tüm kurumsal ve hukuki bağlar çözülmüştür; sınırsız yağmanın ve katliamın kapıları ardına kadar açılmıştır.
Beklenmedik olan bir tek şey var: O darbenin hedefi ve kurbanı olması beklenen kişi, bugün darbenin lideri pozisyonundadır! Ve internetteki birtakım TC havhavlarının bannerlerini, Atatürk’le Tayyip Erdoğan (ve Osmanoğlu 2. Mehmed) yan yana süslemektedir.
Ufukta 1918
Bu gidişin sonu iyi görünmüyor. Tarihte benzer maceralara giren zorbaların hemen hepsi er veya geç savaşa sürüklenmişlerdir. Bunların da sonuçta o noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Türkiye o savaşı kazanamaz. Hitler de kazanamazdı. Saddam da kazanamazdı. Enver de kazanamazdı. 1683’te can havliyle Viyana’ya saldıran Köprülüler rejimi de kazanamazdı. Yıkılmaya yüz tutunca Prusya’ya sataşan 3. Napolyon da kazanamazdı. Ülkeyi yönetemeyeceklerini anladıkları gün son ve canhıraş bir umutla savaşa girdiler. Kendileriyle beraber, ülkelerini yıkıma sürüklediler.
Maalesef ufukta yine aynı şeyler görünüyor.