İki örnek verelim.
İlki Kırşehir’deki türbesi halen ziyaret edilen sufi şair ve şeyh Gülşehri'nin Mantıku't-Tayr çevirisi. Gülşehri Feridüddin Attar’ın Farsça klasiğini H 717 (M 1317)’de Türkçeye çevirmiştir. Türkiye Türkçesinin kesinlikle tarihlendirilebilen ilk eseri kanımca budur. [Eleştirel edisyonu: Aziz Merhan, Die 'Vogelgespräche' Gülşehrīs und die Anfänge der türkischen Literatur, Göttingen 2003]
Eserde belirttiğine göre Gülşehri namlı bir tarikat önderi ve tekke sahibidir, çok müridi vardır, evinde her gece “sema” (dinleti? raks?) düzenlenmektedir. H 701 (M 1301) tarihinde Farsça Felekname’yi yazmıştır. Bununla – kendi ifadesine göre – çok ün kazanmış, şairlikte Farsçanın büyük ismi Şirazlı Sa’di ile kıyaslanmıştır. Farsçada başarısını kanıtladıktan sonra şimdi Türk diliyle söylemeye karar verir. Farsçasından geri kalmayan bir başarıya ulaşmayı ümit eder. Bütün ilim ıstılahını (ilmi/tasavvufi terminolojiyi) Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergiler:
Çün Falaknāme düzetdük şāh-vār
Pārisīce taḫt u tācı zar-nigār
Türk dilince daḫı tāzīden latīf
Mantıku’t-Tayr eyledük aŋa harīf
Ben bu türkī defterin çün dürmeyem
Parısīsiy-ile değşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi
Kimse bundan yéğ kitāb eylemedi
Burada çarpıcı olan husus, yerel üne sahip Kırşehirli bir tarikat önderinin Farsça eser yazması ve bu eserle popüler olmasıdır. Emperyal Osmanlı’nın aksine, 14. yy Kırşehir’i mütevazı bir şehir devletidir. Egzotik dillere meraklı bir saray çevresinin bulunması ihtimali yoktur, ve eser zaten böyle bir çevreye hitap etmemektedir. Şair müritleri olan ve her gece evinde toplantılar düzenleyen, dolayısıyla siyasi etkinliğe sahip biridir. Bundan, 14. yy ilk yıllarında Kırşehir ahalisinin – en azından ikinci dil olarak – Farsça bildiği, Farsça popüler şiire rağbet ettiği, ve – en azından – dini ve edebi sohbette Farsçayı tercih ettiği sonucunu çıkarıyoruz.
Şairin 1317’de, ilerleyen yaşına rağmen Türkçe yazmaya girişmesi kişisel bir hevesin veya geç uyanan bir milli duygunun ürünü olabilir mi? Zayıf olasılıktır. Tekil bir vaka olsa belki olabilirdi. Ancak tam olarak aynı yıllarda, Kütahya ve Tire’den Tebriz’e, Kahire’den Musul’a, Volga boyundan Semerkand’a kadar uzanan bir coğrafyada çok sayıda yazar ve şairin aynı hevese kapılmış ve çok kısa sürede şaşılacak sayıda Türkçe eser üretmiş olmaları, olayda kişisel tercih veya tesadüften başka toplumsal veya siyasi faktörlerin de etkili olabileceğini düşündürür.
Codex Cumanicus
İkinci örnek, bugünkü Ukrayna’da yaşayan Kuman Türklerinin dili hakkında 1303 yılında isimsiz bir İtalyanın yazdığı el kitabıdır. Tek nüshası eskiden Venedik’te (halen Vatikan Kütüphanesinde?) bulunan eseri Macar Türkologu Géza Kun Codex Cumanicusadıyla yayınlamıştır. [Comes Géza Kun, Codex Cumanicus Bibliothecae ad Templum Divi Marci Venetiarum, Budapest 1880.]
Kitabı kaleme alan kişinin dil konularına vakıf ciddi bir araştırmacı olduğu ve muhtemelen siyasi bir misyonla Kuman ülkesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İmlası son derece özenli, kelime seçimleri akılcıdır. Eserini Kuman ülkesiyle ilgilenecek Avrupalı tüccar ve resmi görevlilere yardımcı olmak amacıyla yazmıştır.
Kitabı kaleme alan kişinin dil konularına vakıf ciddi bir araştırmacı olduğu ve muhtemelen siyasi bir misyonla Kuman ülkesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İmlası son derece özenli, kelime seçimleri akılcıdır. Eserini Kuman ülkesiyle ilgilenecek Avrupalı tüccar ve resmi görevlilere yardımcı olmak amacıyla yazmıştır.
Kun edisyonunda metnin 235 sayfa tutan ana gövdesi, konulara göre ayrılmış kelime listelerinden ibarettir. Açıklama kolonu yer yer Latince ile karışık sevimli bir Ortaçağ İtalyancasıyla verilmiş, karşılığında Farsça ve Türkçe eşdeğerler gösterilmiştir. Farsça ve Türkçe fiil çekimlerine ilişkin bir bölüm, Türkçe atasözleri listesi ve bir dizi Katolik duasının Türkçe çevirileri eklenmiştir. Metnin sonunda, muhtemelen Kuzey Avrupalı bir tüccar olan ve fazla eğitimli olmadığı anlaşılan biri eliyle ilave edilmiş Türkçe-Almanca kelime ve deyimler listesi vardır.
Kuman Türklerinin diline ilişkin bir kitapta neden Farsçaya yer verdiğine ilişkin yazar bir açıklama yapmamıştır. Çıkarabileceğimiz en makul sonuç, Karadeniz’in kuzeyindeki Don havzasında yaşayan Kuman Türklerinin 14. yy’ın ilk yıllarında Türkçe ve Farsça iki dilli oldukları, ya da en azından Kuman ülkesinde Fars dilinin bir misyoner-seyyahı ya da ticaret adamını ilgilendirecek denli yaygın kullanımda olduğudur.
Codex Cumanicus’un aktardığı leksikal malzeme üzerinde şu gözlemleri yapabiliyoruz:
1. Türkçe ve Farsça söz hazinesi yüzde yirmiyi bulan bir oranda ortaktır. Bu ortaklıkta, her iki dilde kullanılan Arapça kökenli kelimeler (maymun, layık, ikrar, nakş, nokta, sarraf, ḫaber, hüküm, nimet, attar…) ve Türkçeleşmiş sayılan çok sayıda Farsça kelime (cömard, çarsu, çuwaldus, ḫoros, incir, cigar [ciğer], marwimak [mercimek], rawand, şaftalu, şişa, brinç, bazar…) belirleyici roldedir. Yanısıra daha az sayıda olmak üzere Farsçada kullanılan Türkçe kaynaklı kelimeler de vardır (çerçi, ordu, göbek…).
2. Çok sayıda örnekte ‘Türkçe’ olarak verilen sözcük aslında Farsça kaynaklıdır. ‘Farsça’ başlığı altında ya bir başka Farsça deyim (Fa: hemtā = Tr: çift; Fa: ḫişt = Tr: çirkin; Fa: gulinar = Tr: kiras; Fa: mūm = Tr: çirak) ya da bir Arapça alıntı (Fa: sanaat = Tr: pīşe; Fa: sahrā = Tr: meydān; Fa: haywān = Tr: cānāvar) gösterilmiştir.
3. Bazı Farsça kelimelere karşılık olarak ‘arı Türkçe’ karşılıklar gösterilmiştir: Fa: osta = Tr bilişman; Fa: nardouan(nerdüwan, merdiven) = Tr: ağıngıç; Fa: tawa = Tr: yağlağu; Fa: ustura = Tr: yülüngüç; Fa: hawan (havan) = Tr: töğgüç(döğgüç); Fa: kīsa (kese) = Tr: yancık; Fa: ayna = Tr: gözgü; Fa: digar (diğer) = Tr: özga (özge); Fa: drust(dürüst) = Tr: köni; Fa: dastara (testere) = Tr: biçki; Fa: amrud (armut) = Tr: kertme, Fa: mīva (meyve) = Tr: yemiş. Ancak sözlüğün tümü incelendiğinde, Farsça çoğu sözcüğün aynı rahatlıkla Türkçede de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Örneğin muratorkarşılığı olarak Türkçe diwar ostası verilmiştir. Benzer örneklerin çoğunda, Türkçe gündelik pratikte hangi seçeneğin (yani Farsça sözcüğün mü, arı Türkçe eşdeğerinin mi) daha sık kullanıldığı hakkında bir fikir edinmek güçtür.
*
Üçüncü örneği maalesef es geçmek zorundayız. [Yenipazar Cezaevinde kullanabildiğim kaynaklar çok kısıtlıydı; bugün Samos’ta da arşivim ve kitaplarımın çoğundan yoksunum. Aradığım kaynak yanılmıyorsam 13., belki 12. yy’a ait bir Bizans yazarı. Tarihçi değil bir tür sosyal yorumcu ya da dedikoducu diye kalmış aklımda. “İstanbul’da yetmiş iki dil konuşulur” tezini örneklemek için Latinden, Rustan, Araptan, Sırptan, Ermeniden birer kalıp cümle aktarıyor. ‘Skythia’lının (yani Don veya Volga tarafından gelenin) cümlesi Türkçe. Yanlış hatırlamıyorsam ‘Kapadokya’ gibi bir isim verdiği ülkeden geleninki – Farsça! Bilen veya bulan olursa makbule geçer.]
Diglossia mı? Türkler nece konuşur?
Saydığımız örnekler, son yıllarda sosyolinguistiğin moda kavramlarından olan diglossia’yı akla getirmektedir.
Yaygın varsayımın aksine, insanoğlunun doğal hali tek-dillilik değildir. Dünyadaki insanların sayısal çoğunluğu, işlev ve statü açısından ayrışmış iki veya daha fazla dilin bir arada kullanıldığı toplumlarda yaşarlar. Bireyler küçük yaştan itibaren bu dilleri öğrenerek büyürler; dillerden herhangi birini ‘yabancı dil’ olarak algılamazlar.
Bir dil genellikle evde ve tarlada konuşulan ‘aşağı’ dildir; kadınlarla, çocuklarla ve ailenin – hizmetkâr, evlatlık, besleme, dul kadın gibi – bağımlılarıyla iletişim ortamıdır. Diğeri kamusal alanda, okulda, dini toplantılarda ve toplu oyunlarda kullanılan ‘yüksek’ dildir. Erkekler çoğu zaman aralarında bu dili konuşmayı tercih ederler; onu iyi bilmeyi bir prestij meselesi olarak görürler. Yabancıların bulunduğu ortamlarda aşağı dilin telaffuz edilmesi ‘ayıp’ ya da ‘tuhaf’ sayılır; çoğu zaman utanma ve gülme duygusu uyandırır. Aşağı dili yüksek dilden kelime ve deyimlerle beslemek olağandır; buna karşılık yüksek dile aşağı dilden alıntılar karıştırmak ‘cahillik’ hatta ‘saygısızlık’ sayılır. Yazı faaliyeti doğal olarak yüksek dilde sürdürülür. Aşağı dilde yazı yazmak, iç çamaşırıyla sokağa çıkmak gibi, usul ve erkâna aykırı bir davranıştır; insanlar böyle bir şey yapsalar dahi sözünü etmekten hoşlanmazlar. Aşağı dilin edebiyatı sözlüdür; türkülerde ve masallarda kendini gösterir. Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için yazıya baş vurulur.
Günümüzde Sahra-altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya halklarının ezici çoğunluğu, iki ya da daha çok dilli sistemlerde yaşamaktadır. Çin halkının yarıdan fazlası ulusal dille karşılıklı anlaşmaya izin vermeyen yerel diller konuşur. Yüzlerce yerel dilin konuşulduğu Endonezya’da, ulusal dil küçük bir başkent eliti dışında herkesin ikinci dilidir. Dünyanın en çarpıcı linguistik haritalarından birine sahip olan Dağıstan’da halk 24 civarındaki yerel dile ilaveten, çarşı dili olarak üç bölgesel dilden birini (Avarca, Darğınca ve Lezgice), üst düzey iletişim dili olarak Rusçayı, ve ayrıca bazen Kumık Türkçesini bilir. İsviçre’nin Romanş halkı eğitim ve edebiyat dili olarak Orta çağlardan beri İsviçre Almancasını kullanırlar.
İran halkının yirmi milyona yakın bölümü özel hayatta Azeri Türkçesi konuşurken, kamusal ve ticari hayatta Farsça kullanırlar, Farsça yazarlar ve Fars dilinde zengin bir edebi yaşam sürdürürler. Tebriz ve Urmiye gibi Batı İran kentlerinde Türkçe bilmeyen hemen hiç kimse olmadığı halde, yazılı Türkçenin izine tesadüf edilmez. Bu durum sadece yasal kısıtlamalarla açıklanamaz. Türkçe konuşan halk Farsçayı dakendi anadili olarak algılamakta ve yazılı iletişimi, okullarda talim edilen bu anadili üzerinden sürdürmeyi doğal saymaktadır.
1070 ile 1300 yılları arasında Anadolu’da Türkçe yazılı üretimin olmayışı böyle bir diglossia vakasının yansıması mıdır? Yani mutfaklarında ve hizmetçi odalarında Türkçe konuşan bir toplum, kültürel üretimini Farsça (ve akademik ve dini konularda Arapça) yapmayı mı tercih etmiştir?
Yoksa daha radikal bir ihtimali değerlendirmeliyiz? Anadolu’da Malazgirt’ten sonraki iki yüz yılda gerçekte hangi dilin konuşulduğunu bilmediğimizi itiraf mı etmeliyiz?
Cevabı tahmin ve hissiyatla verilebilecek sorular değildir bunlar. Edebi ve epigrafik kaynaklardaki ipuçlarını didik didik etmek gerekir; yer ve kişi adlarının derinlemesine incelenmesi gerekir; muhtemelen arkeoloji ve genetikten de yardım istemek gerekir. Burada yapabileceğimiz şey sadece doğru soruları sormaktan ibaret.