Türkçe tarihi 9: Türkiye Türkçesinin ilk şairleri



Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün, Mevlana, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Yunus Emre, Şeyyad Hamza ve Hoca Dehhani’yi 13. yy Türk edebiyatına örnek olarak gösterdiğini [dünkü yazıda] gördük.
Mesnevi ve Divan müellifi Mevlana’nın a) eserlerini Türkçe değil Farsça yazdığı, b) Türkçe bildiğine dair herhangi bir delil bulunmadığı, c) eserinde Türkçeye değindiği veya Türkçe birkaç ibare aktardığı noktalarda alaycı ve aşağılayıcı bir dil kullandığı bilinen hususlardandır. Dolayısıyla Mevlana’yı hangi anlamda “Türk” edebiyatına ait sayacağımız açık değildir.
Oğlu Sultan Veled’in Farsça Divan’ına dahil olan 15 adet kısmen veya tamamen Türkçe şiiri ile yine aynı yazara ait (Farsça) İbtida-name ve Rebab-name’deki Türkçe beyitler, 1925’te Kilisli Rifat Bey tarafından yayımlanmıştır. Yayına dayanak olan en eski yazma nüsha H 712 (M 1312) tarihli olduğuna ve Sultan Veled genel kabule göre 1320’de vefat ettiğine göre bu manzumeleri 14. yy’ın ilk yıllarına ait en erken TTü metinler arasında saymak yanlış olmaz.
Ahmed Fakih’in Çarhnameisimli 88 beyitlik kasidesini Köprülü Eski Anadolu Türkçesinin ilk örneği olarak lanse etmiştir. Mevlana’nın Mesnevi’de sözünü ettiği Ahmet Fakih, Konya sokaklarında ağlayıp haykırarak dolaşan meczup bir derviştir; Mevlana onunla zühd ve takvanın anlamını tartışır. Demek ki Çarhname 13. yy ortalarına ait olmalıdır. Köprülü’nün öğrencisi M. Mansuroğlu eseri bu teori doğrultusunda iyice arkaize ettiği (eskittiği) bir dille yorumlayıp 1956’da yayımlar. 1963’te British Museum’da bulunan bir yazmada şairin başka bir eseri, Kitabu evsafı mesacidi'ş-şerifekeşfedilir. Bu eser bir hac rehberidir. Şam, Kudüs, Mekke ve Medine’deki camileri ayrıntılı bir şekilde tarif eder, hacılar için faydalı olabilecek bilgiler verir, okura haccın zorluklarından çekinmemeyi telkin eder.
Sokaklarda yatıp kalkan ve gelip geçene haykıran bir dervişin Türkçenin ilk tüketici-dostu turist rehberini yazmış olması absürt bir düşüncedir. Çağın en popüler ad ve mesleklerinden ikisine sahip olan bir şairin 13. yy’da yaşamış olan derviş Ahmed Fakih olduğunu – elde başka herhangi bir kanıt olmadan – tahmin etmek ise cüretkâr bir hayal gücüne işaret eder.

Yunus Emre vakası, tarihlendirme konusunda hüküm süren kargaşanın mükemmel bir örneğidir.
Yunus Emre veya Aşık Yunus mahlâsıyla yazan şair veya şairlerin hangi tarihte ve nerede yaşadığına dair güvenilir herhangi bir bilgi yoktur. Eldeki yazmaların en erkeni olan Bursa nüshası 15. yy ikinci yarısına, Fatih nüshası “tahminen 15. yy’a”, Nuruosmaniye nüshası 1540 yılına aittir. Köprülü’nün “Selçuklu yazmalarıyla uygunluk arzettiğini” belirterek 13. yy’a zumladığı Karaman nüshasını inceleyen Abdülbaki Gölpınarlı, bu nüshanın 18. asra ait olduğu sonucuna varmıştır.
Anadolu evliyalarının menkıbelerini derleyen en önemli kaynak olan Taşköprülüzade’nin Şakayık-ı Numaniye zeyline göre Yunus Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402), Aşıkpaşazade tarihine göre ise Orhan ve I. Murat (1326-1389) zamanında yaşamıştır. Adnan Erzi tarafından Bayezid Kütüphanesinde bulunduğu iddia edilen bir belgeye göre Yunus Emre 720 = 1320 yılında vefat etmiştir. Tıpkıbasımını hiçbir yerde bulamadığımız bu belgenin niteliği ve güvenilirliği meçhuldür. Buna rağmen Türkiye’de Yunus Emre hakkında yayımlanmış yüzü aşkın akademik yayın (ve onlara istinaden binlerce okul kitabı ve on binlerce internet sayfası), nihai kaynağı sorgulamaksızın, birbirlerine atıfla, bu tarihi şairin ölüm yılı olarak aktarırlar.
Ülkede sayısız Yunus Emre derlemesi yayımlandığı halde, ciddiye alınabilecek nitelikte bir edisyon kritik henüz yoktur. Şair(ler)in bilinen iki eseri olan Divan ve Risaletü’n-Nushiye’nin farklı yazmaları arasında görülen fevkalade içerik farkları belgelenmemiştir. Üslup ve kişilik olarak apayrı iklimlerin eseri olan Divan ile Risale’nin aynı şairin eseri olup olamayacağına dair kayda değer bir tartışma eğer yapılmış ise bilgimiz yoktur.
Divan’ın çeşitli nüshalarında dört yerde anılan mevlānā sözcüğünden hareketle Yunus’un Celaleddin Rumi ile çağdaş olduğu, hatta onunla karşılaştığı ve birlikte zikr ettiği sonucu çıkarılmış, bu görüş binlerce kez tekrarlanarak tartışılmaz bir veri statüsüne kavuşmuştur. Oysa Divan’daki dört örneğin en az ikisinde, mevlānā deyimiyle Mesnevi sahibinin değil, alelumum bir “üstad” ya da “hocamız” kast edildiği açıktır. [Bilenlerden özür dileyerek hatırlatalım ki mevlānā "hocamız" demektir.] Celaleddin adının zikredildiği 396 numaralı şiirde ise bu isim Hz. İbrahim’den başlayarak yirmi küsur İslam ve tasavvuf büyüğü dizisi içinde, tarihi bir şahsiyet olarak anılmıştır. Dört şiirden her birinin Yunus Emre’ye aitliği kuşkuludur; hangi beyitlerin, bugün içyüzüne vakıf olmadığımız tarikat polemikleri gereğince eklenmiş, tahrif edilmiş ya da sözlü aktarımda yanlış hatırlanmış olduklarını bilmek mümkün değildir.
Risale’nin sondan yedinci beytine eklenen 707 (=1307) tarihi, gözü veya nazım duygusu olan herkesin kolayca göreceği üzere, sonradan yapılmış bir ekleme (interpolation) olmalıdır. Bu beytin doğru dürüst bir metin analizi yapılmamış, çeşitli yazmalardaki varyantları (eğer varsa) yayımlanmamıştır.
Özetle Yunus Emre külliyatı hakkında güvenle söyleyebileceklerimiz şundan ibarettir,
  1. Şiirlerin çoğu 15. yy’ın ilk yarısında veya daha önce, bir veya birkaç şair tarafından söylenmiştir.
  2. Risale’nin dili 14. yy’ın ilk çeyreğine ait en erken TTü metinleri andırır; 1300 ila 1330 gibi bir tarihte kaydedilmiş olması mümkündür.
  3. Gelişkin bir şiir diline sahip olan Divan’ın büyük bölümü, 14. yy’ın ortalarından sonraki bir tarihte derlenmiş olmalıdır; ancak bazı şiirler daha sonra, hatta (“Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü” mısraıyla başlayan manzume gibi) çok sonra eklenmiş olabilir.
Şeyyad Hamza’yı keşfeden ve Türkoloji dünyasına tanıtan yine Köprülü’dür [Anatolische Dichter der Seldschukenzeit, 1: Şayyād Hamzā, KCsA I/3, 1922], 16. yy tezkirecilerinden Lamiˁī’nin aktardığı müstehcen bir fıkraya istinaden Hamza’nın Nasreddin Hoca ile çağdaş olduğu kanısına varmış, buradan hareketle ve sonsuz bir özgüvenle 13. yy şairleri, dil özellikleri, edebi ve sosyal akımları, milli duyguları, ve “kasabadan kasabaya gezen bir nevi serseri dervişler” olduklarını iddia ettiği şeyyadlar hakkında ansiklopedik denecek mahiyette bilgiler vermiştir. Dehri Dilçin [Şeyyad Hamza: Yusuf ve Zeliha, TDK 1945], Mecdut Mansuroğlu [“Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Başlaması ve Gelişmesi”, İÜEF TDE 1951] ve sayısız diğerleri bu verilerden hareket eder ve üzerine inşa ederler.

1985’te Doerfer ve Adamoviç, ayrı ayrı makalelerde, ilk kez bu görüşleri eleştirerek Şeyyad Hamza’nın 14. veya 15. yy şairlerinden olması gerektiğini ileri sürerler. 1987’de Marmara Ü Türklük Araştırmaları dergisinde yayımlanan makalesinde Metin Akar, Şeyyad Hamza’nın H 749 (M 1348) tarihli olması kuvvetle muhtemel bir şiirine işaret eder. Bu şiirde, 1345-1353 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran veba salgınından söz edilmektedir. Nitekim Şeyyad Hamza’nın kızına ait 749 tarihli bir mezar taşı daha 1934 yılında Akşehir’de bulunmuş fakat üzerinde yeterince durulmamıştır.
Şayyād شيّاد Arapça “sıvacı, sıvayıcı” anlamında bir meslek adıdır [Lane 1629, şyd maddesi]. Şairin adı galip ihtimalle Sıvacı Hamza anlamına gelir. Diğer yandan  “deli, divane” anlamında Farsça şeydā شيدا ve bundan alınmış olan Arapça şeyd شيد sözcüğü mevcuttur ve şairin adında belki bir sözcük oyunu, hatta bir yazım ve aktarım hatası olabileceğini düşündürür. Her halükârda Köprülü’nün iddia ettiği gibi ‘derviş’ ve hele ‘bir derviş türü’ anlamına gelen bir şeyyad tabirinin bulunduğuna dair en ufak bir belirti yoktur.
[devamı yok]

[Devamında Aziz Merhan'ın şu makalesini okumanızı öneririm: http://www.tdk.gov.tr/images/Aziz%20MERHAN.pdf]