Türkler Nece Konuşurdu yazısına ek notlar



Dil tarihi dizisinin yedinci yazısı "Türkler Nece Konuşur" epey ilgi doğurdu. Birkaç not ekleyeyim.

Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için [‘aşağı’ dilde] yazıya baş vurulur.” 

Misal, İsviçre’nin Graubünden/Grisons kantonunda Romantsch dili konuşan dağ halkı. ‘Ciddi’ işler için sadece Almanca kullanıyorlar, öyle ki iç yüzünü bilmezsen İsviçre Almanından farkını anlayamazsın. Kişi adları Almanca. Ama Romançça bir ‘folk’ edebiyatı da var ve 16. yy’dan beri matbu. Anlattıklarına göre ‘çok esprili, çok komik’ imiş. Yerel, hatta aşırı derecede yerel gazete de çıkıyor. Dilin konuşulduğu beş vadide, beş ayrı lehçede çıkarmış gazeteler.

Laz dilinde de durum bunun gibi. Yıllar önce Ardeşen’de bir tanıdık söylemişti, “Lazca anlattığın fıkraların tadı başka hiçbir dilde yok” diye. Lazca yazan yok mu? Var. A) 1980’lerden bu yana değerli bir tanıklık işlevini yerine getirmeye çalışan bir avuç entelektüeldir, B) (tahmin ediyorum) mektup, bakkal pusulası, özel not vb. efemeradır.

13. yy Türkçesi de böyle olmalı diye akıl yürütmekteyim.

*
Şahsen tanık olduğum en aşırı polyglossia vakası Hatay’ın Vakıflı köyü Ermenileri. Kendi aralarında konuştukları Kesap Ermenicesini benim anlamama imkân yok, fiilen ayrı bir dil. Yanısıra “misafir dili” olarak herkes İstanbul Ermenicesi biliyor. Yörenin çarşı pazar ve genel iletişim dili Arapça, Arapçasız yaşamını sürdürmek mümkün değil. Resmi daire ve okul ve televizyon dili Türkçe. Artı, yaşlı kuşak Fransız idaresi altında okulda akıcı Fransızca öğrenmiş.

Jared Diamond’ın The World Until Yesterday’ini defalardır söylüyorum, alın okuyun diye. Orada dünyanın dört yanından örnek verir, ama özellikle Papua Yeni Gine’nin 300 küsur dil konuşan dağlık bölge halkları üzerinde durur. Aşiretler arası evlilik, savaş, müzakere, ticaret, yolculuk gibi konuları berrak ve uyanık bir gözle inceler. Birden fazla dil bilmenin ve ortak bir ticaret diline sahip olmanın önemini daha iyi kavrarsın.

*
Asya kültürlerinde Farsçanın işlevini daha iyi anlamamı sağlayan iki kitaptan söz edeyim.

Biri Zeki Velidi Togan’ın Hatıralar’ı. Zaki Velidof olduğu günlerde dedelerinin ve amcalarının geleneksel Başkırd kültürüyle tanışır, at sırtında gittiği köylerde sohbet meclislerine katılır. Daha sonra Kırgızlar arasında ve Turkestan vilayetindeki Taşkent’te benzeri ortamlarda bulunur. Bu meclislerde Farsça şiir ve gazel okunur, klasik Fars edebiyatı ve tasavvuf teorisi tartışılır, Farsça eski el yazmaları paylaşılır, Fars kültürüne vakıf alimlerin anekdotları anlatılır. 1905 ihtilali öncesi Rusya’dan söz ediyoruz.

Öbürü Vikram Seth’in A Suitable Boy adlı, Bollywood aile dizisi tadındaki romanı. 1950’li yıllarda Hindistan’ın kuzeyinde, Banares ile Patna arasındaki Brahmpur adlı hayali kentte geçer. Eski İslami elit çöküştedir. Hanende Saide Bai’nin evinde toplanıp Urduca fasıl dinlerler, orada geçen Farsça ibarelerin inceliklerini tartışırlar, eski Fars şiirinden nazireler ve mukabeleler söyleyip ölmüş güzellikleri anarlar. Hindu aydınları da bazen (ulusalcı dostlarının şiddetli eleştirisine rağmen) bu meclislere katılıp geçmiş devrin nostaljisini yaşarlar; ölümsüz aşkları, güle aşık bülbülleri, sevgilinin bir kirpiğine destan dizen şairleri, bir gazele karşılık tacını veren hükümdarları anarlar.

Gülşehri’yi ben bu referans çerçevesi içinde okudum. En makulü hiç şüphesiz günlük hayatta Türkçe, “kültürel” platformda Farsça konuştuklarını var saymak. Yüzde doksan dokuz böyle. Fakat aklımın bir köşesini ufak da olsa bir soru kemiriyor. Türkçe sahiden biliyorlar mıydı? Ne malum? Günlük hayatta dil Rumca, edebi sohbette Farsça neden olmasın?

*
Tarih okudukça fark ediyorsun ki geçmiş hakkında bildiğin ya da bildiğini zannettiğin her şey İNŞA ve İMAL edilmiştir. Bir anlatı kurulmuştur. Bazı detaylar es geçilmiş, bazı olgular hoşa gittiği veya işe yaradığı için abartılmış, hatta uydurulmuştur. Tarih anlatısı binlerce defa tekrarlandıkça vurguları değişmiş, bazı ayrıntılar kaynağı hiç sorgulanmadan ön plana çıkarılmış, tahminler yoruma, yorumlar olguya, olgular dogmaya dönüştürülmüştür. Dün akşamki yemeği anlatırken kırk türlü cambazlık yapıyorsun, bin sene önceki imparatorluğu anlatırken neler olur düşün.

Sokaktaki insan sadece anlatıyı bilir, olayların akışını tek düzlemde kavramaya çalışır. Tarih meraklısı için o anlatının inşa ve imal süreci daha ilginçtir. Kim anlatmış, neden anlatmış, neyi amaçlıyormuş? Neyi anlatmamış, neden anlatmamış? Yapılan iş bir sanattır, kimmiş bu sanatçı veya sanatçılar, hangi ekolün dilini kullanmışlar, hangi el becerilerini sergilemişler, kalite ve dürüstlük düzeyleri neymiş? Bunları sorarsan fantastik bir aleme adım atarsın. Anlatılan olayların kendisi arka planda kalır.

Yazmıştım buna benzer bir şeyler daha önce. Buyur bak: http://nisanyan1.blogspot.gr/2017/02/kara-delik-avclar.html