Liboşlar çeşit çeşit - 2



Geçen gün basit bir şey söyledim, arkadaşlar hayretlere gark oldu, vay ne demek, sen nasıl sosyalizm tüketimdir dersin, vs..
“Sosyalizm demek daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın.”
Basit, temel bir gerçek. Elinde, misal, bir milyon liran var. İki şeyden birini yapabilirsin. Ya tüketime harcarsın: çocuğunu daha iyi okula gönderirsin, burnuna botoks yaptırırsın, Paris’te konsere gidersin, daha güzel bir hayat yaşarsın. Ya da bir kısmını saklayıp yatırım yaparsın, tohumluk stok alırsın, atölye kurarsın, şimdi dişini sıkıp yarına gelir kaynağı yaratırsın. Bu ikincisini yapana kapitalist adını veriyoruz, isterse şahıs olsun, isterse devlet yahut kamu kurumu. Umumiyetle bencil, cimri adamlardır. Ama onlar olmasa aç kalırdık.
Bütün paranı tüketsen ya da tüketmesi için işçine pay etsen ne olur? Bir süre güzel yaşarsın, sonra nefesin kesilir ölürsün. Aksine bütün paranı yatırıma ayırsan ne olur? Gene aç kalır ölürsün, ya da aç kalan işçin ayaklanır, seni yer. Demek ki mesele bir denge meselesidir. Çok tasarruf edip kemer mi sıkacağız, az tasarruf edip işçiyi mi memnun edeceğiz? O ikinciye işte “sosyalizm” adı veriliyor.
Hayatta gerçek bir iş yapmamış olan şair ruhlu arkadaşlar “hani nerede bütçe” sorusunu sormayı bilmezler. O yüzden zannederler ki sosyalizm gelince çölde güller bitecek, işçiler elele kardaşlık türküleri söyleyerek üret babam üretecekler; sabahları vida sıkıp akşam Bach konserine gidecekler. Benim bildiğim, yatırım olmadan bir kıl üretemezsin. Yatırım için sermaye gerekir, yani kapital. Gökten bedava para yağmıyorsa nereden gelecek o para?
Sosyalistlerin bu soruya iki tip cevabı var. Bir, Venezuela modeli. Babadan kalma sermayeyi halka dağıtırsın, bedava konut, bedava petrol, bedava sağlık, bedava gıda ikram edersin. Bedavayı kim sevmez, ilk seçimi açık ara kazanırsın. Sonra memleket batar, herkes aç kalır. İktidarını sürdürebilmek için mecburen meydanlara mitralyöz kurup kalabalığa ateş açman gerekir. Üçüncü dünya ülkelerinin hepsinin yönetim stratejisi aşağı yukarı budur, adlarında “sosyalist” olsun olmasın.
İki, Stalin modeli. Sermaye mi lazım? Çökersin işçinin, köylünün boğazına, öldüresiye sömürürsün, tasarruf ettiğin parayla yirmi senede dünyanın iki numaralı sanayi gücü haline gelir Almanya’ya kafa tutarsın. Batılı tüy sıklet kapitalistin rüyalarında görse inanmayacağı bir kapitalist başarı öyküsüdür. Tek problemi vardır: sürdürülebilir değildir. İnsanlar çıplak sömürüye bir yere kadar tahammül eder. Sonra çalışmayı bırakırlar. Daha zorlasan kazan patlar.
*
Eski çağdan bir öyküyle örnekleyelim.
MS 5. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun gelir kaynakları kurumaya başladı. Asker maaşları zamanında ödenemediği için isyan üzerine isyan çıktı, askeri darbeler oldu. 491’de tahta geçen Anastasius yaşlı ve huysuz bir maliyeciydi. Kemerleri sıktı. Kamu harcamalarını kıstı. Devlet hazinesini artıya geçirdi. Asker maaşlarını zamanında ödemesiyle ünlendi. Halefi Justinus aynı politikaları sürdürdü.
527’de başa geçen Jüstinyen ilk başta benzer bir yola gideceği izlenimini verdi. Dört yıl sonra kazan patladı. İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir halk ayaklanması çıktı. İmparator canını zor kurtardı. Hipodrom’da kırk bin kişiyi kılıçtan geçirip isyanı ancak bastırabildiler. (Kırk bin kişinin kemikleri hala orada, Sultanahmet Meydanı’nın altındadır derler.)
İsyanı izleyen aylarda Jüstinyen kamu fonlarıyla devasa boyutlarda bir bayındırlık seferberliğine girdi. İsyanın bastırılmasından beş hafta sonra temeli atılan Ayasofya o kampanyanın ürünüdür. İmparatorluğun her kentinde aynı günlerde benzer anıtsal yapılar inşa edildi: Efes’teki Sen Jan basilikası ile Antakya’da şimdi Habib Neccar Camii olan Vaftizci Yahya kilisesi onlardandır. Doğu Anadolu’da Rize ve Sivas’tan Diyarbakır ve Halep’e uzanan hattaki düzinelerce görkemli kale aynı yılların eseridir. 540’larda yazan Prokopius ayrıca bir sürü köprü, kaplıca, liman ve saire sayar. Özetle: para saçıldı, istihdam yaratıldı, tüketim canlandırıldı. Sosyalist bir projeydi.
Yirmi senede imparatorluk battı. 540’lardan sonra asker maaşlarının ödenemediği, en geç 570’lerde, altı yüz seneden beri imparatorluğun göz bebeği olan maaşlı profesyonel ordunun dağılıp gittiği anlaşılıyor. Yerine, orduyu bedavaya mal etme yöntemi olan pronoia (Osmanlıcası ikta) sistemini getirdiler; lazım olduğunda belli sayıda asker temin etme karşılığında ilçe ve bucakların tahsilat işlerini yerel beylere ihale ettiler. Nakit dolaşım hacmi iki üç kuşak içinde ellide bire düştü. Kaliteli ürün imalatı bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Okuryazar zümre sıfırlandı. Paralı ordunun geliriyle yaşayan büyük taşra kentlerinin hepsi iflas etti. Anadolu ve Balkanlardaki büyük kentlerin çoğu terk edildi. Kent yaşamını yitiren Balkanları ilkel Slav kabileleri istila etti, doğuda Arapların biti kanlandı, Müslümanlık zuhur etti, vs.
Sonuç? Sizi bilmem, benim çıkardığım sonuç şu. Sosyalizm demek ki bazen lazımmış. Ama ölçüyü kaçırsan öyle bir yıkım getirirmiş ki, aradan bin beş yüz yıl da geçse iflah olmazmışın.