Liboşlar çeşit çeşit




Siyasi ve ahlaki bir ideal olarak Liberalizmi tartışmayacağız. Bireyin akıl ve vicdanının özgürlüğünden daha önemli bir dava ben tanımıyorum; o davayı bilmeyen ve benimsemeyenle hangi zeminde ne tartışılabilir, onu da bilmiyorum.
Kolektif kimlik, aidiyet, sadakat, dayanışma, vatan, ecdat ve saire de lazım, inkar etmem. Ama bunları kanının son damlasına kadar savunacak milyonlar her zaman bulunur. Fikir ve eylemiyle insanlığa örnek olmayı önemseyenlerin yeri orası değildir, Sokrates’le beraber baldıran zehiri içenlerin yanıdır.
*
Neoliberalizm veya kısaca Liberalizm adı verilen ekonomik teoriler manzumesi 1970’lerde Şikago Üniversitesinde Milton Friedman çevresinde şekillendi, 1980’lerde Reagan ve Thatcher önderliğinde dünyaya egemen oldu. Gerekli ve neredeyse kaçınılmaz bir şeydi. Dünya Harbinden sonraki 30 yılda Batı ülkelerinin izlediği sınırsız sosyal dayanışma politikaları devleti aşırı derecede büyütmüş, girişimciliği kösteklemiş, Batı dünyasını topyekün iflasın eşiğine getirmişti. 74’te başlayan petrol krizi o yolun çıkmaz yol olduğunu gösterdi. Çözüm arandı, burada bulundu. Devleti küçült. Sermaye üzerindeki vergi yükünü hafiflet ki yatırıma yönelsin. İçte aşırı yükselmiş ücretleri indiremiyorsan, yatırımı daha ucuza işçi çalıştırabileceğin üçüncü dünya ülkelerine aktar.
Dara girmiş tüccar siyasetiydi. Gerçekçi bir alternatifi var mıydı bilmiyorum. Sakın sosyalizm demeyin bana: zaten problem sosyalizmdi, çözüm değil. Sosyalizm demek – şairlere kulak asmayın siz – daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın. Peki paran bittiyse ne yapacaksın?
Diğer sorun aç dünyanın uyanmasıydı. Düne kadar taş devrinde yaşamış ülkeler “kalkınma” hırsına kapılmıştı; Batı’ya yığılmış kaynakların bir kısmı oraya aktarılmazsa, Soğuk Savaş şartlarında nerelere sapacakları belli olmazdı. Aktarıldı. Bir kısmı astronomik olarak artan petrol fiyatları yoluyla petrolcü ülkelere aktı. Bir kısmı sermaye yatırımı yoluyla Doğu Asya’ya, sonra Türkiye dahil öbür orta karar ülkelere transfer edildi. O işin olması için uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin liberalleşmesi, yani serbest bırakılması gerekliydi. Bırakıldı. Dünya tarihinde görülmemiş “kalkınma” son kırk yılda bu sayede yaşandı. Dubai’sinden Kuala Lumpur ve Şanghay’ına kadar, yüzlerce yeni metropol, binlerce hava alanı, on binlerce gökdelenle dünyamız şenlendi.
Sermaye aç ülkelere akıtılmasa ne olurdu? İki şey. Ya aynı sermaye, dünyanın dört bucağında tutuşacak ihtilal ateşlerini söndürmek için beslemeye mecbur olacakları ordulara akardı, eninde sonunda ateşin sorumlusu işte bunlardır denip Sovyetler ve Çin’le papaz olunurdu. Ya da sermaye o yerlere gitmese o yerler Batı’ya giderdi, hiçbir sınır güvenlik tedbiri de o insan selini durdurmaya yetmezdi. Nitekim şimdi sermaye akımı zayıflayınca aynen öyle oluyor.   
Sonuç: Batı battı. Bir tek Almanya, Doğu Avrupa’yı sömürgeleştirerek kendine nefes payı açabildi. Fransa, İngiltere tükendi. ABD, nüfusunun küçük bir dilimi Karun kadar zengin, geri kalanı ecel paniğine kapılmış bir sanayi çölüne döndü.
Friedman’cıların öngörüsünün aksine, vergileri kısınca sermaye sahipleri yatırıma yönelmedi, ranta ve tüketime yöneldi. Yatırım yapıldıysa, bürokratik ve ideolojik engeller batağına batmış Batı’da değil, çok daha büyük kar fırsatları sunan aç ülkelerde yapıldı.
Devleti küçültmek için alınan tedbirler işe yaramadı. Aksine tüm dünyada kamu bürokrasileri tarihte eşi görülmemiş ölçüde devleşti, kontrolsüz bir kanser gibi toplumsal bünyeyi yutma noktasına vardı. Adım adım fark edildi ki, ekonomik özgürlük ve “kalkınma” uğruna geleneksel toplum dokularını tahrip edersen devlete olan gereksinim azalmaz, artar. Kontrolden çıkan anomi (kuraltanımazlık) eğilimlerini bastırmak için devasa polis ve cezaevi teşkilatları beslemen gerekir; sağlık ve emeklilik bürokrasileri hiçbir toplumun makul yollarla altından kalkamayacağı ölçüde büyür; yalnız ve çaresiz kalan insanlar kendilerini dinî cinnet hareketlerine kaptırdıkça, her yıl başka bir meczuplar cemaatini terörist ilan edip kılıçtan geçirmeye mecbur kalırsın.
Aç ülkeler olağanüstü bir hızla “kalkındı”. Kalkındıkça daha fazla elektrik, daha fazla petrol, daha fazla yol, otopark, uçak, metro, tatil, süpermarket, ayfon, gazoz isterisine kapıldı. Dünya yaşanmaz bir yer haline geldi. İç dengeleri iyi kurulmamış toplumlarda dehşet verici adaletsizlikler ortaya çıktı. Dün köyünde aç ve onurlu olan insanlar, dün tamah ettikleri ücretlerle şimdi elektrik faturasını ödeyemedikleri için köleden beter rezilliğe düştüler.
Bugün Batı dünyasında Neoliberal söylem iflasın eşiğinde görünüyor. Uygulamada neoliberal politikalara ciddi bir alternatif hala yok. Ama dün meydanlara çıkıp bunu göğsünü gere gere söyleyenler, şimdi saklanacak delik arayışındalar. Macron’un mumu da yansa yansa iki sene daha yanar.
Bizim gibi ülkelerin Neoliberalizmle derdi nedir, anlamak daha güç. Büyük ölçüde global (yani Batıdan esen) rüzgarın etkisidir diye düşünüyorum; moda yani. Ya da belki, bir ölçüde, “kalkınma” denilen hadisenin az önce değindiğim ahlaki ve toplumsal sonuçlarına duyulan haklı bir tepki vardır, mümkün. Yoksa Türkiye finans ve ticaret serbestliğinden Batı ülkeleri gibi zarar görmedi. Aksine, o sayede yirmi otuz yılda deliler gibi zenginleşti, “kalkındı”, bilmem kaç yüz milyar dolar bedava para gördü. Şimdi o serbestlik kalkınca başına neler gelecek ucundan gördük, devamı nasıl gelir göreceğiz.  
*
Bugünlük bu yetsin. Devam edersem eğer, Neoliberalcilerin çıkardığı gaddar savaşlara, Brezilya’daki yakışıklıyla komünist kızdan neden hoşlandığıma, Venezuela’nın neden battığına, sosyalizmin neden çözüm olmadığına değinirim.
Ya da başka konuya dalar unuturum.