Bildiğin terane: Atalarımız göçebeydi o yüzden... bina yapamıyoruz/sokağa çöp atıyoruz/kırmızıda durmuyoruz/Kezban’ı dövüyoruz vs. vs.
Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı. İkincisi, tarihe (gören gözle) baktığında olayların hiç o yöne işaret etmediğini görürsün. Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekalâ, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir.
Anadolu’nun tarihinde, 1945’te başlayan bu son dalgadan önce iki büyük şehirleşme dalgası gözüne çarpar. İlki İskender fethinden hemen sonra, MÖ 300’de başlayıp Roma imparatorluğunun ilk yüzyılına kadar süren dalgadır. İkincisi Türklerin gelişinden hemen sonra başlayıp galiba 1500’lerin başına kadar süren dalgadır. Anadolu’da kent ve kasaba namına bugün ne varsa, ezici çoğunluğu bu iki dönemde kurulmuştur. İmar ve umran adına ciddi ve kalıcı ne yapılmışsa, onlar da bu iki dönemin eseridir. (İstisnaları biliyorum, açıklayabilirim istersen.)
13. ve 14. yy’lar Anadolu’da (ve genelde İslam aleminde) şehirliliğin ve şehir kültürünün zirve yaptığı bir çağdır. Bu konuda en önemli kaynak İbn Battuta seyahatnamesi, 1330-40’lar. Beni çok etkileyen iki başka eser 1430 küsur tarihli Kâbusnameçevirisi, ve yine aynı tarihlere ait Ferec ba’deş-şidde adlı (Türkçe) macera öyküleri derlemesi. Anadolu’ya ilişkin olmasa da Saadi’nin Gülistan ile Bostan’ını (1250-80) bunlara ekle. Mevlana’yı da unutma, aynı yılların mahsulü. Bunların anlattığı, olağanüstü “şehirli” (sivil) ve olağanüstü kozmopolit bir dünyadır. Son derece rafine bir elit kültürü, tüm anlatıların ortak konusunu teşkil eder. İnsanlar ticaretle uğraşır, dünyada eşi görülmemiş sanat eserleri yaratmak için yarışırlar, ünlü alimlerin sohbetinden istifade etmek için dünyanın öbür ucuna seyahat ederler, iyi şairleri servet ve devletle ödüllendirirler, şaşırtıcı hızla sınıf değiştirirler, dinmez bir macera aşkıyla Mağrip’ten Şiraz’a, Mısır’dan Hindistan’a seyahat ederler, her gittikleri yerde aynı kültürü paylaşan ve aynı elit dillerini (Arapça ve Farsça) konuşan bir üst sınıfla tanışır ve kolayca kaynaşırlar. Kadınlar Boccaccio’nun karakterlerine taş çıkartacak derecede hırslı, entrikacı ve seks düşkünüdür. Köylüler yoktur, ya da komedi unsuru olarak marjdadır. (Buna karşılık köleler çokça vardır, talihin umulmadık oyunlarına gebedirler.) Temel karakterler çağdaş Avrupa’nınkiyle aynıdır: gezgin tüccar, gezgin medrese/üniversite talebesi, gezgin derviş/keşiş, gezgin gazi/şövalye.
Anadolu’nun en az yüz kent ve kasabasında o devirde inşa edilmiş bini aşkın cami, medrese, köprü, han, hamam, kale, kervansaray, imaret, bimarhane biliyorum; çoğunu gördüm. Hepsi de kale alınır eserlerdir, Sultanbeyli’nin gecekondu apartmanlarına hiç benzemezler. Sırf bizim kıytırık Selçuk’ta o devirden kalan altı mı yedi mi hamam var. Dıştan bakınca harabe yığını dersin, dikkatle okursan nefes kesecek ölçüde özgüvenli ve uçarı sanatkâr elini fark edersin.
İşin enteresanı o ki, o devirde (1071-1450) Bizans’ın elinde olan Batı Anadolu’da bunların hiç biri yok. Tek bir tane yeni kasaba türememiş. Var olanlarda, belki İznik ve Trabzon hariç, akılda kalıcı bir tek kamu binası yapılmamış. Köhne Bizans, sanki sönmüş, tükenmiş, mukadder akıbetini beklemiş. [En en son yıllarında, Kariye kilisesinde, Mistra’da, Girit’te, Selanik’te biraz silkinir gibi olmuş ama, geçmiş ola.]
Apaçık olan bir şey var. Anadolu’nun 1071 ile 1450 arası İslamlaşması, bir şehirleşme hadisesidir. E hani göçebe kültürüydü?
*
Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler. Onların “açtığı” kapıdan (fetih Arapça “açmak” demek), çoğu son derece şehirli olan bir İslam kalabalığı memlekete doldu. Yerlilerden yeterince şanslı veya yeterince fırsatçı olanlar onlara katıldı. Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor. Ülkedeki Müslüman çoğunluk tarafından sosyal felaket olarak algılanmış bir olaydır; 13. yy sonlarında ülkede siyasi düzenin bir süre çökmesine yol açmıştır. Bugüne dek çok fazla asimile edilebildiğini sanmıyorum. Halen Akdeniz ve İç Ege’de “Yörük” ve “Türkmen” adıyla ayrı varlığını sürdüren bir unsurdur. Üstelik – hayret edersin – mesela Laz müteahhitlere ya da Bodrum’lu Beyaz Türklere oranla, bir hayli terbiyeli bir toplumdur. Köylerine bakarsan hiç de öyle “vay göçebe dölleri” dedirtecek yerler değildir.
21. yy başında ülkede “kentli” kültürü neden bu kadar zayıf diye soruyorsan cevabı başka yerde arayacaksın benim fikrimce. Sor mesela: devlet dediğin şeyin ülkenin başına çöreklenmiş berbat bir çapulcu çetesi olduğu bir diyarda kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın? İki kuşakta bir müktesebatı olan herkesi biçmenin adet olduğu bir toplumda neden çocuğuna – hap yap para kap sanatı öğrenmek, ya da “iş idaresi” dışında – doğru dürüst bir eğitim vermek istesin?
Göçebelik değildir işin püf noktası. Zulümdür. Kötü yönetimdir. Türk devletidir.