[Aralık 2014'te Yenipazar Cezaevinden bir arkadaşa yazdığım mektup. 7 Mayıs 2017'de Foça Cezaevinde iken temize çekip bu blogda yayınladım. Sonra beni benden fazla düşünen arkadaşlarımın ricalarını kıramayıp kaldırılmasını istedim. O hengâmede eldeki tüm dijital kopyalar silinmiş, ben kuş olup uçtuktan sonra da bir türlü bulunup yerine konamadı.
Meğer şurada burada birtakım sitelerde kopyası varmış. Bugün arkadaşlar hatırlattı, sağolsunlar, yeniden yayınlama fırsatı buldum.]
Sevgili xxx,
Gönderdiğin kitapları dikkatle okudum. [Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler; Ebüla'lâ Mevdudi, İslam’a Göre Dört Terim] Teşekkür ederim. İlaç tedavisi gibiydi, mide bulandırıcı ama faydalı.
İslamın – genelde dini fanatizmin – herhangi bir türüne tahammülüm hiç kalmadı sanıyorum. İnsanlığa hakaret ve medeniyete tehdit görüyorum sadece. “İyi niyetli” olduğu söylenen biçimlerinin dahi mantıki varsayımları ve sonuçları o kadar belirgin ki, bunlara müsamaha göstermenin bile bile ladesten farkı yok.
*
Temel mesele, benim Aslanlı Yol’da (özellikle önsözünde) değindiğim konudur. İnsanlar beş kıtada, binlerce yıldır, bir şekilde bu hayata bir anlam yüklemeye çalışıyorlar. Kimi inanç ve töreleriyle, kimi siyasi mücadeleyle, sanatla, emekle, felsefe ve hukukla, kimi sevgiyle, kimi inatla, kimi meydan okuyarak, savaşarak ya da kaçarak, kimi cinayetle ve eroinle.
Bu adamların ideolojisi bu sonsuz çeşitliliğin – ve onların ardındaki emeğin ve insan ruhunun – topyekûn inkârı üzerine kurulu. Bir cehalet ve nefret ideolojisi. Cehalet, yani kendi ufacık doğrularının dışında kalan insanlar alemini bilmeme, tanımama, bilmek istememe. Nefret, yani kendi o ufacık pencerelerine sığmayan insan yaşamlarını yok etme arzusu.
Silahlı ve muktedir olmadıkları sürece o nefret, teorik-folklorik bir motif gibi görünebilir. İktidara kavuştuklarında ve/veya köşeye sıkıştıklarında, o nefretin üretebileceği şerden Allah korusun.
*
Burada bahsettiğim şey “derin” cehalet. Mesela, mühendislik eğitimi için ABD’ye gönderilen Mısırlı bir gencin, orada çektiği yabancılık ve ezilmişlik sonunda, insanları ve kültürü algılama, iletişim kurma yeteneğini kaybedip toptan reddiyeye girmesi anlamında cehalet.
Bir de daha yüzeysel, göze daha kolay batan bir cehalet düzeyi var. Basit doğrular diye ortaya koyduğu safsataların yüzlerce yıldan beri tekrar tekrar çürütülmüş mantık hatalarıyla delik deşik olduğunu bilmeme anlamında cehalet. Kültür yoksunluğu anlamında cehalet. “İki kere iki beş eder” deyip bunun üzerine tez kurarken, bunun böyle olmadığına dair kaç tane kanıt olduğundan haberdar olmama hali.
*
İslamın temel ilkesi “la ilahe illallah”tır diyor. İlkokul bir seviyesinden başlayalım. İslamın temel ilkesi bu değildir, iki tanedir. İkincisi “Muhammedun resulullah”tır. İkisi birbiriyle temelden çelişkilidir. Sadece birine yüklenip öbürünü gözden saklamakla bir yere varamazsın. Sadece çelişkiyle yüzleşeceğin günü ertelemiş olursun, o kadar.
İslam sadece mutlak ve soyut bir ilahi iradeye boyun eğmeyi emretmemiş. Aynı zamanda, tarihi gerçeklik içinde varolan somut bir insana, 7. yy’daki bir Arap politikacısına, onun başlattığı siyasi akıma ve onun tanımladığı siyasi topluluğa boyun eğmeyi emretmiş. Bunu ahlakın, hukukun ve insanlığın temel şartı olarak vazetmiş. Allaha inanmak ve iradeni onunkine teslim etmek yetmiyor. Aynı zamanda belli bir tarihi geleneğe ve onun temsil ettiği siyasi kolektiviteye boyun eğmen gerekiyor. Peki ikisi çeliştiği zaman ne olacak? Ümmet pisliğe battığında sadakatin hangi yönde olacak? Ya ümmet ilk günden beri, Abdullah b. Cahş eliyle ilk Mekke kervanını vurduğu günden beri pisliğe batmışsa ne olacak?
Hatırlar mısın, bir İsveç sorusu sormuştum. İsveçliler mesela ahlaki temizlik açısından Müslümanlardan daha Müslümansa, Müslümanlar ne yapacak diye. Cevap: hiçbir şey yapmayacak. Çünkü Müslümanlık sadece bir ilke yahut ihlâs meselesi değildir. Bir tarihi cemaate itaat meselesidir. Müslümanlığın şiarı sadece “la ilahe” değildir, Muhammed'e mensup olmaktır. Bu anlamda Müslümanlık, doğası gereği bir tür milliyetçiliktir. Filistinliler haklı da olsa haksız da olsa Müslümanlar, iman gereği, Filistinlileri tutmak zorundadır.
Filistin yerine AKP’yi koy, “Türkiye”yi koy, Selefileri koy, gönlüne o an uyan aidiyet düzlemi hangisiyse onu koy, farketmez. Bir yaşam felsefesinin temeline cemaat mensubiyetini koydun mu konu kapanmıştır. Partizanlık, tarafgirlik, ilkenin ve etik kaygının önüne geçmiştir. Böyle bir insanın gerçek anlamda “ahlaklı” olmasına imkân yoktur. İslam ve ahlak, bağdaşmaz.
*
İslam, insanın insana kulluğunu reddeder diyor. Temel tezi bu, argümanın en çürük noktası da bu. Çünkü bunların Allahı aciz bir Allah. Kendi düzenini kuracak güçten ve iradeden yoksun. Dünyanın her yerinde sürekli olarak küfre ve putlara yenik düşme halinde. Allahın iradesini yorumlayıp icra etmek, birtakım kişilerin yetkisi ve görevi olmuş. Bu kişilerin başka kişilerden tek farkı, “Allah” namına söz söylüyor olmaları. E, papazlar da onu iddia ediyorlar. Hitler “Alman ulusunun ruhu” adına, Stalin “proletaryanın bilimsel çıkarı” adına konuştuğunu söylüyor. Farkı ne?
Üstelik bu Allah vekilleri, Allahın kendisinden bir hayli daha iddialılar. Gariban Allah, kendi bileceği nedenlerle, egemenliğini bunca bin yıldır dünyaya empoze etmemiş ya da edememiş. Bunlar ise tüm dünyaya boyun eğdirmeyi hak ve hedef olarak görüyorlar.
Sf. 75: “İslamın amacı kendi iradesini zorla benimsetmek değildir… İnsanların akıllarına ve ruhlarına kendi davetini sunduktan sonra, kendi özgür iradeleriyle imanı seçip seçmeme konusunda onları serbest bırakır.”
Ve lakin aynı sayfada: “Ancak bu, onların heva ve heveslerini tanrı edinmeleri anlamına gelmez. Onlara kula kul olmayı seçme hakkını da vermez.”
Demek ki neymiş? Bu sözde özgür kişiler kula değil Allaha boyun eğmeliymiş. Allah kim? Suya sabuna karışmayan bir aciz ihtiyar, neyi isteyip neyi istemediğine bizim arkadaşlar karar veriyor. Sıkıysa kula kul olmayı seçme bakalım.
*
Bunlarınki, kelimenin en radikal anlamıyla şirktir. Kendilerini Allahın vekili yerine koyuyorlar. Allahın yapmadığını yapma davasındalar.
Evet, mutedil orta yolcu Müslümanlara oranla bunların İslamın orijinal iddiasına ve orijinal üslubuna daha yakın olduklarını düşünüyorum. İslamın yayılmacı, tahakkümcü ve saldırgan bir öğreti olduğunu savunuyorlar, ki tarihi sicil de bu görüşü destekler yöndedir. M. de ilk baştaki mütevazı maskesini çıkardıktan sonra, Allahın iradesinin eli silahlı temsilcisi olarak, kan dökmekten, rakiplerini imha etmekten, kervan soymaktan, ahdini bozmaktan, esir ve cariye ticareti yapmaktan geri durmamıştı.
Hem la ilahe illallah hem Muhammedun Resulallah olmaz. Hem iman hem siyaset olmaz. O iki kıta arasında fay hattı vardır. O fay hattı köprü tutmaz. Köprü kurduğunu sanırsın. Suriye’de bir ufak sarsıntı olur, köprü yıkılır.
*
Dünyevi otoriteye karşı bir isyan çağrısı yapıyorlar. Bugün dini ve cemaati temsil eden kurumlar tükenmiştir, Şeytanın aracı olmuştur, dinin saf mesajını temsil eden biz Vekil’lere kulak verin diyorlar. Orijinal metinlere dönmeyi öneriyorlar.
16.yy Protestanlarına şaşılacak kadar benzeyen bir yönleri var. Luther ve Calvin de, aşağı yukarı aynı fanatizm ve aynı nefretle, var olan kurumların tümüne karşı cihat açmış, İncil’den ve İsa’nın yaşamından başka hiçbir otorite tanımadıklarına ilan etmişlerdi.
Saf bir entelektüel muhalefetin temsilcisi oldukları sürece, evet, bu davette cazip olan bir şey var. İmanı sarsılmış, güveni zedelenmiş olan kitleleri cezbedici bir yön var.
Ama o kitleler “peki biz geldik” dedikleri zaman ne olacak? İnsan yaşamının çıkmazlarını basit bir iman formülüyle çözebileceklerini iddia edenler ya cahildir ya dolandırıcı. Allahın krallığını bu dünyada kurmaya kalktığın zaman, bugüne dek krallık kurma hevesine kapılan herkesin geçtiği yollardan geçmek zorundasın. Allah bile yapamamış, sen nereden buldun anahtarı?
Bir seçenek Luther’inkidir. İsyanını ilan ettikten üç sene geçmeden yerleşik otoriteyle uzlaşmış, kralların danışmanı olmuş, Saksonya dükü ile Brandenburg elektörünün Papa’ya karşı siyasi mücadelesinde taraf olmuş, Anabaptistleri ve köylü isyancılarını ve benzeri “teröristleri” en katı yöntemlerle bastırmak için politika üretmiş.
Diğer seçenek Calvin’inkidir. Calvin kraliyet kurumuna karşı radikal eleştirisinden geri adım atmamış. Cenevre’de radikal bir cumhuriyet (CİD?) kurmuş. Beş seneye varmadan, en yakın ideolojik müttefiki ve anti-kralcı ideolojinin baş filozofu olan Michel Sevetius’u – Allahın otoritesine karşı gelmekten – idam etmek zorunda kalmış. İngiliz Kalvinistleri, ülke tarihinin en yobaz ve ideolojik ihtilâlini çıkartıp ülkeye hakim olmuşlar, 12 sene boyunca terör estirmişler. 12 senenin sonunda bir de ne görsünler? Devirdikleri rejimin tıpkısının aynısı olan bir rejim oluşmamış mı? “E ne anladık böyle cumhuriyetten, bari eski rejimde cumhura baş seçimi daha kolay oluyordu” deyip, eski kralın oğlunu tahta çağırmayı uygun bulmuşlar.
En radikal (ve mantıklı) denemeyi yine İngiliz Kalvinistlerin bir kolu olan Püritenler yapmış. Eski dünyada pisliğe ve kavgaya bulaşmadan Tanrının cumhuriyetini kurmak imkânsız bari dünyanın öbür ucunda boş bir yer bulup oraya kaçalım demişler. Gidip Massachussetts’e yerleşmişler. Yeryüzünde ideolojik cehenneme en çok yaklaşan rejimi kurmuşlar. İki üç kuşak sonra “aman, aman” deyip vazgeçmişler. New England Kalvinistleri, hâlâ laf düzeyinde Allahçılıktan vazgeçmezler. Ama dini din yapan unsurlarda – töre, itikat, iman, taassup – onlar kadar dinsiz dünyada ve Amerika’da kimse yoktur.
Özetle: Allahla ülke yönetimi arasında sonsuz bir uçurum vardır. Köprü kuramazsın. Kurduğun köprü ilk esintide devrilir.
*
Bu cehalet ve nefret ideolojisinin en çirkin tezahürü, şüphesiz, aile ve cinsiyet meselesindeki riyakârlığıdır. Neolitik çağda oluşmuş ve bugün çökmeye yüz tutmuş bir aile düzenini ahlakın temel direği haline getiriyor. O dönüşümün sancılarını çeken, el yordamıyla yeni düzenin anlamını çözmeye ve ahlakını kurmaya çalışan milyonlarca insanı, iğrenç bir taassupla “heva ve heves" = hayvani arzu kurbanı ilan ediyor.
Heva ve heves, insanın varoluşunun değişmez bir unsurudur. Müslümanların heva ve hevesten arınmış olduklarını sanmıyorum. Nüfus artış hızları daha yüksek olduğuna göre, tersi olmalı. İnsan olan her insan, heva ile heves gerçeğini bir ahlaki çerçeve içinde anlamaya ve zaptetmeye gayret eder; hayatının büyük kısmı bu mücadele ile geçer. Gayrimüslim Batıda bu çabanın daha derin, daha dürüst ve ahlakın daha ciddi olduğunu görmek için üç tane ucuz Hollywood filmi seyretmek yeter sanırım, insanların fiilen ne yaptıklarını değil, yaşamlarını nasıl algıladıklarını ve neyi önemsediklerini görmek için. Bunu ahlaksızlık sayıp sırıtanlar, üç günlüğüne Batı ile tanıştıklarında gazetelerin sadece magazin ve seks sayfalarını okuyup, Avrupa’nın kerhanelerinde müşteri rekorları kıran dini bütün Müslümanlardır.
Neden değişiyor cinsel roller ve aile yapıları? Basit ve karşı konulmaz nedenlerle değişiyor. Ev ve çocuk bakımı artık birinin full time fiziksel emeğini gerektirmediği için değişiyor. Ekonomik koşullar her iki eşin çalışmasını zorunlu kıldığı için değişiyor. Eğitimin yaygınlaşması tüm bireylerin daha fazla özgürlük ve saygı talebine yol açtığı için değişiyor. Doğum kontrol yöntemleri, denetimsiz cinsel ilişkiyi eskisi kadar ölümcül tehlike olmaktan çıkardığı için değişiyor. Elbette sancılı bir süreçtir. Arkada tarım toplumunun icadıyla başlayan, on - on iki bin yıllık bir alışkanlık var. Dürüst ve cesur insanlar, yeni koşulların ahlakını formüle etmeye çalışır. (Sadakat nedir? Sevginin sınırları nelerdir? Sorumluluk nereye kadar taşınır?…) Bugünün gerçeğini yok sayıp, Neolitik insanın ev düzenini tek ve mutlak tanrının değişmez iradesine yamamaya çalışanlar ise ahlaksızın ta kendisiymiş gibi geliyor bana.
Kaldı ki Kuran’da ima edilen aile düzeni hiç de o yücelttikleri tarımsal toplum idealine benzemez. Daha çok, avcı-toplayıcı aşiret düzeninden tarım düzenine yeni geçen toplumların izini taşır: kadınlar savaşır, düşmanın ciğerini yer; evlilikler çoklu ve hayli akışkandır. Bırak yüzlerini, bazılarının memelerini dahi örttüğü şüphelidir. Daha çok bugünkü Maasai’leri, ya da onların 30-40 yıl önceki halini hatırlatıyorlar bana.
*
İnsanların neden böyle bir cehalet ve nefret ideolojisine kapıldıkları muamma değil. Kırık, yalnız ve çaresiz insanlar Allah hayali görmeye başlar. “Benim babam polis, biliyon mu” sendromudur. Hitap ettiği kesim de belli: tüm tutamakları tükenmiş, inançları ve töreleri zedelenmiş insanlar. “Sağlam zannettiğin tüm değerler boştur, Mutlak Doğru bendedir, bana gel” diyor.
Nasır da buna benzer bir şey söylemişti. Benzer ihtiyaçlardan doğan bir İslami ideolojiydi o da. İslam dünyası asırlık bir perişanlık içindeyken bir meydan okuma ihtiyacından doğdu. Duygusal içeriğini demagojik bir Batı-Hıristiyan düşmanlığından (“antiemperyalizm” dedikleri), ve onun daha ucuz ve kolay sonuç getirecek zannettikleri alt kolu olan Yahudi düşmanlığından aldı. Kemalizm de, daha az popülist söylemle, benzeri bir denemedir. Kendi çağının koşullarında bir İslami reaksiyon hareketidir.
Nasır ve Kemal denemelerinde başarısızlığa yol açan şey, halkın psikolojisini yeterince tatmin etmeyen ikircikli söylemdi. Batıya düşmanız ama bir yandan ona öykünüyoruz; Müslümanız ama Müslümanlığı yenilemek lazım; cihatçıyız ama cihadımız sadece savunmaya yönelik, Batılı dostlarımızı kırmak istemeyiz…
Bu içten pazarlıklı ideolojiye karşı, retoriği tam gaza alan alternatifleri elbette daha cazipti. Düşman isek tam düşmanız! Nitekim halkın kolektif hafızasındaki İslam tarihinin verilerie de böylesi daha uygundu. İslamı toplumsal heyecanın ekseni yaparsan, daha İslamcı olan elbette kazanır.
“Sadece Allah ilah ve rabbdır, başkasına kanma” derken kastettikleri budur. “Kafanı karıştırma” diyor, “hakikatin çok yönlülüğüne aldanma, gerçek sorularla yalnız başına cebelleşmen gerekmiyor.” Siyahla beyazın net hatlarla ayrıldığı bir dünya vaat ediyor. Hakikatle bağı yokmuş, ne gam? Kitleleri tatmin eder mi, sen ona bak!
Hitler de tastamam aynı vaatle gelmişti, Lenin de öyle. Zor ikilemlere dolu olan ve basit çözümleri olmayan hayatı tek boyuta indirgeyebildiklerini iddia ettiler. Dünyanın içine sıçıp gittiler.
*
Siyasi İslamın her türlüsünü, bu çağda insanlığın önündeki en ciddi tehlike olarak görüyorum. Sanırım böyle düşünenlerin sayısı tüm dünyada (hem Paris’te, hem Nijerya ve Hindistan’da) epey arttı.
Olay bir düşünce özgürlüğü meselesi olmaktan çıktı, örgütlü bir saldırı niteliğine dönüştü. İnsanların inançlarına, özgürlüklerine, yaşam tarzlarına, saygınlıklarına karşı örgütlü ve bilinçli bir tecavüz var ortada. Buna karşı sessiz kalmamak gerekiyor.
Siyasi İslamı çıkarırsan geriye İslam namına ne kalır? Bir şey kalır mı? Emin değilim. İki sorunun cevabına bağlı bu. Bir, Müslümanlar Hıristiyanların son iki yüzyılda yapabildiğini yapıp, Kuran-Hadis anlatısını tarihi gerçek değil bir tür yüceltici mit, bir manevi terbiye metodu olarak okuyabilecekler mi? İki, başka insanları doğru yola getirme isterisinden kurtulup, ilahi emri bir kişisel ve manevi kurtuluş rehberi olarak görebilecekler mi?
Kendi manevi selameti uğruna içki içmeyene yahut oruç tutana saygı duyulur. Başkasının içkisine veya orucuna karışan kuduz köpektir. İtlaftan başka çare görünmüyor.
Meğer şurada burada birtakım sitelerde kopyası varmış. Bugün arkadaşlar hatırlattı, sağolsunlar, yeniden yayınlama fırsatı buldum.]
Sevgili xxx,
Gönderdiğin kitapları dikkatle okudum. [Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler; Ebüla'lâ Mevdudi, İslam’a Göre Dört Terim] Teşekkür ederim. İlaç tedavisi gibiydi, mide bulandırıcı ama faydalı.
İslamın – genelde dini fanatizmin – herhangi bir türüne tahammülüm hiç kalmadı sanıyorum. İnsanlığa hakaret ve medeniyete tehdit görüyorum sadece. “İyi niyetli” olduğu söylenen biçimlerinin dahi mantıki varsayımları ve sonuçları o kadar belirgin ki, bunlara müsamaha göstermenin bile bile ladesten farkı yok.
*
Temel mesele, benim Aslanlı Yol’da (özellikle önsözünde) değindiğim konudur. İnsanlar beş kıtada, binlerce yıldır, bir şekilde bu hayata bir anlam yüklemeye çalışıyorlar. Kimi inanç ve töreleriyle, kimi siyasi mücadeleyle, sanatla, emekle, felsefe ve hukukla, kimi sevgiyle, kimi inatla, kimi meydan okuyarak, savaşarak ya da kaçarak, kimi cinayetle ve eroinle.
Bu adamların ideolojisi bu sonsuz çeşitliliğin – ve onların ardındaki emeğin ve insan ruhunun – topyekûn inkârı üzerine kurulu. Bir cehalet ve nefret ideolojisi. Cehalet, yani kendi ufacık doğrularının dışında kalan insanlar alemini bilmeme, tanımama, bilmek istememe. Nefret, yani kendi o ufacık pencerelerine sığmayan insan yaşamlarını yok etme arzusu.
Silahlı ve muktedir olmadıkları sürece o nefret, teorik-folklorik bir motif gibi görünebilir. İktidara kavuştuklarında ve/veya köşeye sıkıştıklarında, o nefretin üretebileceği şerden Allah korusun.
*
Burada bahsettiğim şey “derin” cehalet. Mesela, mühendislik eğitimi için ABD’ye gönderilen Mısırlı bir gencin, orada çektiği yabancılık ve ezilmişlik sonunda, insanları ve kültürü algılama, iletişim kurma yeteneğini kaybedip toptan reddiyeye girmesi anlamında cehalet.
Bir de daha yüzeysel, göze daha kolay batan bir cehalet düzeyi var. Basit doğrular diye ortaya koyduğu safsataların yüzlerce yıldan beri tekrar tekrar çürütülmüş mantık hatalarıyla delik deşik olduğunu bilmeme anlamında cehalet. Kültür yoksunluğu anlamında cehalet. “İki kere iki beş eder” deyip bunun üzerine tez kurarken, bunun böyle olmadığına dair kaç tane kanıt olduğundan haberdar olmama hali.
*
İslamın temel ilkesi “la ilahe illallah”tır diyor. İlkokul bir seviyesinden başlayalım. İslamın temel ilkesi bu değildir, iki tanedir. İkincisi “Muhammedun resulullah”tır. İkisi birbiriyle temelden çelişkilidir. Sadece birine yüklenip öbürünü gözden saklamakla bir yere varamazsın. Sadece çelişkiyle yüzleşeceğin günü ertelemiş olursun, o kadar.
İslam sadece mutlak ve soyut bir ilahi iradeye boyun eğmeyi emretmemiş. Aynı zamanda, tarihi gerçeklik içinde varolan somut bir insana, 7. yy’daki bir Arap politikacısına, onun başlattığı siyasi akıma ve onun tanımladığı siyasi topluluğa boyun eğmeyi emretmiş. Bunu ahlakın, hukukun ve insanlığın temel şartı olarak vazetmiş. Allaha inanmak ve iradeni onunkine teslim etmek yetmiyor. Aynı zamanda belli bir tarihi geleneğe ve onun temsil ettiği siyasi kolektiviteye boyun eğmen gerekiyor. Peki ikisi çeliştiği zaman ne olacak? Ümmet pisliğe battığında sadakatin hangi yönde olacak? Ya ümmet ilk günden beri, Abdullah b. Cahş eliyle ilk Mekke kervanını vurduğu günden beri pisliğe batmışsa ne olacak?
Hatırlar mısın, bir İsveç sorusu sormuştum. İsveçliler mesela ahlaki temizlik açısından Müslümanlardan daha Müslümansa, Müslümanlar ne yapacak diye. Cevap: hiçbir şey yapmayacak. Çünkü Müslümanlık sadece bir ilke yahut ihlâs meselesi değildir. Bir tarihi cemaate itaat meselesidir. Müslümanlığın şiarı sadece “la ilahe” değildir, Muhammed'e mensup olmaktır. Bu anlamda Müslümanlık, doğası gereği bir tür milliyetçiliktir. Filistinliler haklı da olsa haksız da olsa Müslümanlar, iman gereği, Filistinlileri tutmak zorundadır.
Filistin yerine AKP’yi koy, “Türkiye”yi koy, Selefileri koy, gönlüne o an uyan aidiyet düzlemi hangisiyse onu koy, farketmez. Bir yaşam felsefesinin temeline cemaat mensubiyetini koydun mu konu kapanmıştır. Partizanlık, tarafgirlik, ilkenin ve etik kaygının önüne geçmiştir. Böyle bir insanın gerçek anlamda “ahlaklı” olmasına imkân yoktur. İslam ve ahlak, bağdaşmaz.
*
İslam, insanın insana kulluğunu reddeder diyor. Temel tezi bu, argümanın en çürük noktası da bu. Çünkü bunların Allahı aciz bir Allah. Kendi düzenini kuracak güçten ve iradeden yoksun. Dünyanın her yerinde sürekli olarak küfre ve putlara yenik düşme halinde. Allahın iradesini yorumlayıp icra etmek, birtakım kişilerin yetkisi ve görevi olmuş. Bu kişilerin başka kişilerden tek farkı, “Allah” namına söz söylüyor olmaları. E, papazlar da onu iddia ediyorlar. Hitler “Alman ulusunun ruhu” adına, Stalin “proletaryanın bilimsel çıkarı” adına konuştuğunu söylüyor. Farkı ne?
Üstelik bu Allah vekilleri, Allahın kendisinden bir hayli daha iddialılar. Gariban Allah, kendi bileceği nedenlerle, egemenliğini bunca bin yıldır dünyaya empoze etmemiş ya da edememiş. Bunlar ise tüm dünyaya boyun eğdirmeyi hak ve hedef olarak görüyorlar.
Sf. 75: “İslamın amacı kendi iradesini zorla benimsetmek değildir… İnsanların akıllarına ve ruhlarına kendi davetini sunduktan sonra, kendi özgür iradeleriyle imanı seçip seçmeme konusunda onları serbest bırakır.”
Ve lakin aynı sayfada: “Ancak bu, onların heva ve heveslerini tanrı edinmeleri anlamına gelmez. Onlara kula kul olmayı seçme hakkını da vermez.”
Demek ki neymiş? Bu sözde özgür kişiler kula değil Allaha boyun eğmeliymiş. Allah kim? Suya sabuna karışmayan bir aciz ihtiyar, neyi isteyip neyi istemediğine bizim arkadaşlar karar veriyor. Sıkıysa kula kul olmayı seçme bakalım.
*
Bunlarınki, kelimenin en radikal anlamıyla şirktir. Kendilerini Allahın vekili yerine koyuyorlar. Allahın yapmadığını yapma davasındalar.
Evet, mutedil orta yolcu Müslümanlara oranla bunların İslamın orijinal iddiasına ve orijinal üslubuna daha yakın olduklarını düşünüyorum. İslamın yayılmacı, tahakkümcü ve saldırgan bir öğreti olduğunu savunuyorlar, ki tarihi sicil de bu görüşü destekler yöndedir. M. de ilk baştaki mütevazı maskesini çıkardıktan sonra, Allahın iradesinin eli silahlı temsilcisi olarak, kan dökmekten, rakiplerini imha etmekten, kervan soymaktan, ahdini bozmaktan, esir ve cariye ticareti yapmaktan geri durmamıştı.
Hem la ilahe illallah hem Muhammedun Resulallah olmaz. Hem iman hem siyaset olmaz. O iki kıta arasında fay hattı vardır. O fay hattı köprü tutmaz. Köprü kurduğunu sanırsın. Suriye’de bir ufak sarsıntı olur, köprü yıkılır.
*
Dünyevi otoriteye karşı bir isyan çağrısı yapıyorlar. Bugün dini ve cemaati temsil eden kurumlar tükenmiştir, Şeytanın aracı olmuştur, dinin saf mesajını temsil eden biz Vekil’lere kulak verin diyorlar. Orijinal metinlere dönmeyi öneriyorlar.
16.yy Protestanlarına şaşılacak kadar benzeyen bir yönleri var. Luther ve Calvin de, aşağı yukarı aynı fanatizm ve aynı nefretle, var olan kurumların tümüne karşı cihat açmış, İncil’den ve İsa’nın yaşamından başka hiçbir otorite tanımadıklarına ilan etmişlerdi.
Saf bir entelektüel muhalefetin temsilcisi oldukları sürece, evet, bu davette cazip olan bir şey var. İmanı sarsılmış, güveni zedelenmiş olan kitleleri cezbedici bir yön var.
Ama o kitleler “peki biz geldik” dedikleri zaman ne olacak? İnsan yaşamının çıkmazlarını basit bir iman formülüyle çözebileceklerini iddia edenler ya cahildir ya dolandırıcı. Allahın krallığını bu dünyada kurmaya kalktığın zaman, bugüne dek krallık kurma hevesine kapılan herkesin geçtiği yollardan geçmek zorundasın. Allah bile yapamamış, sen nereden buldun anahtarı?
Bir seçenek Luther’inkidir. İsyanını ilan ettikten üç sene geçmeden yerleşik otoriteyle uzlaşmış, kralların danışmanı olmuş, Saksonya dükü ile Brandenburg elektörünün Papa’ya karşı siyasi mücadelesinde taraf olmuş, Anabaptistleri ve köylü isyancılarını ve benzeri “teröristleri” en katı yöntemlerle bastırmak için politika üretmiş.
Diğer seçenek Calvin’inkidir. Calvin kraliyet kurumuna karşı radikal eleştirisinden geri adım atmamış. Cenevre’de radikal bir cumhuriyet (CİD?) kurmuş. Beş seneye varmadan, en yakın ideolojik müttefiki ve anti-kralcı ideolojinin baş filozofu olan Michel Sevetius’u – Allahın otoritesine karşı gelmekten – idam etmek zorunda kalmış. İngiliz Kalvinistleri, ülke tarihinin en yobaz ve ideolojik ihtilâlini çıkartıp ülkeye hakim olmuşlar, 12 sene boyunca terör estirmişler. 12 senenin sonunda bir de ne görsünler? Devirdikleri rejimin tıpkısının aynısı olan bir rejim oluşmamış mı? “E ne anladık böyle cumhuriyetten, bari eski rejimde cumhura baş seçimi daha kolay oluyordu” deyip, eski kralın oğlunu tahta çağırmayı uygun bulmuşlar.
En radikal (ve mantıklı) denemeyi yine İngiliz Kalvinistlerin bir kolu olan Püritenler yapmış. Eski dünyada pisliğe ve kavgaya bulaşmadan Tanrının cumhuriyetini kurmak imkânsız bari dünyanın öbür ucunda boş bir yer bulup oraya kaçalım demişler. Gidip Massachussetts’e yerleşmişler. Yeryüzünde ideolojik cehenneme en çok yaklaşan rejimi kurmuşlar. İki üç kuşak sonra “aman, aman” deyip vazgeçmişler. New England Kalvinistleri, hâlâ laf düzeyinde Allahçılıktan vazgeçmezler. Ama dini din yapan unsurlarda – töre, itikat, iman, taassup – onlar kadar dinsiz dünyada ve Amerika’da kimse yoktur.
Özetle: Allahla ülke yönetimi arasında sonsuz bir uçurum vardır. Köprü kuramazsın. Kurduğun köprü ilk esintide devrilir.
*
Bu cehalet ve nefret ideolojisinin en çirkin tezahürü, şüphesiz, aile ve cinsiyet meselesindeki riyakârlığıdır. Neolitik çağda oluşmuş ve bugün çökmeye yüz tutmuş bir aile düzenini ahlakın temel direği haline getiriyor. O dönüşümün sancılarını çeken, el yordamıyla yeni düzenin anlamını çözmeye ve ahlakını kurmaya çalışan milyonlarca insanı, iğrenç bir taassupla “heva ve heves" = hayvani arzu kurbanı ilan ediyor.
Heva ve heves, insanın varoluşunun değişmez bir unsurudur. Müslümanların heva ve hevesten arınmış olduklarını sanmıyorum. Nüfus artış hızları daha yüksek olduğuna göre, tersi olmalı. İnsan olan her insan, heva ile heves gerçeğini bir ahlaki çerçeve içinde anlamaya ve zaptetmeye gayret eder; hayatının büyük kısmı bu mücadele ile geçer. Gayrimüslim Batıda bu çabanın daha derin, daha dürüst ve ahlakın daha ciddi olduğunu görmek için üç tane ucuz Hollywood filmi seyretmek yeter sanırım, insanların fiilen ne yaptıklarını değil, yaşamlarını nasıl algıladıklarını ve neyi önemsediklerini görmek için. Bunu ahlaksızlık sayıp sırıtanlar, üç günlüğüne Batı ile tanıştıklarında gazetelerin sadece magazin ve seks sayfalarını okuyup, Avrupa’nın kerhanelerinde müşteri rekorları kıran dini bütün Müslümanlardır.
Neden değişiyor cinsel roller ve aile yapıları? Basit ve karşı konulmaz nedenlerle değişiyor. Ev ve çocuk bakımı artık birinin full time fiziksel emeğini gerektirmediği için değişiyor. Ekonomik koşullar her iki eşin çalışmasını zorunlu kıldığı için değişiyor. Eğitimin yaygınlaşması tüm bireylerin daha fazla özgürlük ve saygı talebine yol açtığı için değişiyor. Doğum kontrol yöntemleri, denetimsiz cinsel ilişkiyi eskisi kadar ölümcül tehlike olmaktan çıkardığı için değişiyor. Elbette sancılı bir süreçtir. Arkada tarım toplumunun icadıyla başlayan, on - on iki bin yıllık bir alışkanlık var. Dürüst ve cesur insanlar, yeni koşulların ahlakını formüle etmeye çalışır. (Sadakat nedir? Sevginin sınırları nelerdir? Sorumluluk nereye kadar taşınır?…) Bugünün gerçeğini yok sayıp, Neolitik insanın ev düzenini tek ve mutlak tanrının değişmez iradesine yamamaya çalışanlar ise ahlaksızın ta kendisiymiş gibi geliyor bana.
Kaldı ki Kuran’da ima edilen aile düzeni hiç de o yücelttikleri tarımsal toplum idealine benzemez. Daha çok, avcı-toplayıcı aşiret düzeninden tarım düzenine yeni geçen toplumların izini taşır: kadınlar savaşır, düşmanın ciğerini yer; evlilikler çoklu ve hayli akışkandır. Bırak yüzlerini, bazılarının memelerini dahi örttüğü şüphelidir. Daha çok bugünkü Maasai’leri, ya da onların 30-40 yıl önceki halini hatırlatıyorlar bana.
*
İnsanların neden böyle bir cehalet ve nefret ideolojisine kapıldıkları muamma değil. Kırık, yalnız ve çaresiz insanlar Allah hayali görmeye başlar. “Benim babam polis, biliyon mu” sendromudur. Hitap ettiği kesim de belli: tüm tutamakları tükenmiş, inançları ve töreleri zedelenmiş insanlar. “Sağlam zannettiğin tüm değerler boştur, Mutlak Doğru bendedir, bana gel” diyor.
Nasır da buna benzer bir şey söylemişti. Benzer ihtiyaçlardan doğan bir İslami ideolojiydi o da. İslam dünyası asırlık bir perişanlık içindeyken bir meydan okuma ihtiyacından doğdu. Duygusal içeriğini demagojik bir Batı-Hıristiyan düşmanlığından (“antiemperyalizm” dedikleri), ve onun daha ucuz ve kolay sonuç getirecek zannettikleri alt kolu olan Yahudi düşmanlığından aldı. Kemalizm de, daha az popülist söylemle, benzeri bir denemedir. Kendi çağının koşullarında bir İslami reaksiyon hareketidir.
Nasır ve Kemal denemelerinde başarısızlığa yol açan şey, halkın psikolojisini yeterince tatmin etmeyen ikircikli söylemdi. Batıya düşmanız ama bir yandan ona öykünüyoruz; Müslümanız ama Müslümanlığı yenilemek lazım; cihatçıyız ama cihadımız sadece savunmaya yönelik, Batılı dostlarımızı kırmak istemeyiz…
Bu içten pazarlıklı ideolojiye karşı, retoriği tam gaza alan alternatifleri elbette daha cazipti. Düşman isek tam düşmanız! Nitekim halkın kolektif hafızasındaki İslam tarihinin verilerie de böylesi daha uygundu. İslamı toplumsal heyecanın ekseni yaparsan, daha İslamcı olan elbette kazanır.
“Sadece Allah ilah ve rabbdır, başkasına kanma” derken kastettikleri budur. “Kafanı karıştırma” diyor, “hakikatin çok yönlülüğüne aldanma, gerçek sorularla yalnız başına cebelleşmen gerekmiyor.” Siyahla beyazın net hatlarla ayrıldığı bir dünya vaat ediyor. Hakikatle bağı yokmuş, ne gam? Kitleleri tatmin eder mi, sen ona bak!
Hitler de tastamam aynı vaatle gelmişti, Lenin de öyle. Zor ikilemlere dolu olan ve basit çözümleri olmayan hayatı tek boyuta indirgeyebildiklerini iddia ettiler. Dünyanın içine sıçıp gittiler.
*
Siyasi İslamın her türlüsünü, bu çağda insanlığın önündeki en ciddi tehlike olarak görüyorum. Sanırım böyle düşünenlerin sayısı tüm dünyada (hem Paris’te, hem Nijerya ve Hindistan’da) epey arttı.
Olay bir düşünce özgürlüğü meselesi olmaktan çıktı, örgütlü bir saldırı niteliğine dönüştü. İnsanların inançlarına, özgürlüklerine, yaşam tarzlarına, saygınlıklarına karşı örgütlü ve bilinçli bir tecavüz var ortada. Buna karşı sessiz kalmamak gerekiyor.
Siyasi İslamı çıkarırsan geriye İslam namına ne kalır? Bir şey kalır mı? Emin değilim. İki sorunun cevabına bağlı bu. Bir, Müslümanlar Hıristiyanların son iki yüzyılda yapabildiğini yapıp, Kuran-Hadis anlatısını tarihi gerçek değil bir tür yüceltici mit, bir manevi terbiye metodu olarak okuyabilecekler mi? İki, başka insanları doğru yola getirme isterisinden kurtulup, ilahi emri bir kişisel ve manevi kurtuluş rehberi olarak görebilecekler mi?
Kendi manevi selameti uğruna içki içmeyene yahut oruç tutana saygı duyulur. Başkasının içkisine veya orucuna karışan kuduz köpektir. İtlaftan başka çare görünmüyor.