Hapse ve özgürlüğe dair



2015 ilkbaharında, bugün yarın çıkarım beklentisine girdiğim günlerde hayalim bisikletime atlayıp Santiago de Compostela’yı ziyaret etmekti. Fransa’da bir yerden, ya da belki İtalya’dan başlanır, Chaucer'in hacılarının izinde, bir bir buçuk ay içinde İspanya’nın kuzeybatı ucuna varılır. Hatta Etyen’e de bir not yazdım, o yazıları yazmayı artık bırak, ruhunu taksiratından arıtmak için gel yolun hiç olmazsa bir kısmında bana katıl diye. Olmadı tabii, çıkışıma üç beş gün kala altı yıl ek cezayı çaktılar. Ertesi sene bir de ne görelim? Kızım İris Barselona’dan çıkıp yürüyerek Santiago’ya gitmeye karar vermiş. “Kopya çektin mızıkçı” dedim. Yemin etti ki benle hiç böyle bir muhabbet geçmemiş, benim niyetimi bilmiyormuş, tamamen kendi kararıymış, Coelho’nun kitabını okuyunca aklına girmiş.

Evladın yapınca peşinden gitmek olmaz, taklit olur. O yüzden o proje yattı, ya da ertelendi.

Compostela’da umre farizasını ifa ettikten sonra güneye saparım diye düşündüm. Para az, hatta o günlerde bazı nedenlerle hiç yok görünüyor. O zaman, altmış senedir hayalini kurduğun şeyi nihayet yap, Marakeş’e git, altı ay, bir yıl, beş yıl, gücün ne kadar yeterse, Büyük Meydan’da dilen. Onca insan yapabiliyor, sen niye yapamayasın? Yapamıyorsan acizsin demektir, güç ve beceri gösterilerin palavradır, alışkanlıklarının esirisin, konforlarının müptelasısın. Ötekiler gibi bir kölesin. Yuh!

Birkaç hafta boyunca kesin kararlıydım, kendimi manen yeni kariyerime hazırladım. Beni tek düşündüren şuydu: tek bir yaşama, tek bir kimliğe hapsolmak beni bunaltır. Kafesteki maymun gibi hissederim. Gündüz dilenciysem gece software yazmam ya da yatırım danışmanı olmam lazım, yoksa fıttırırım. Dilencilik de böyle bir çeşitliliğe izin veren bir yaşam değil muhtemelen.

Peki, öyleyse bir dener, olmazsa güneye devam ederiz. Mali’de esir tüccarlığı? İşte hayallerimin mesleği! Esir tüccarlığı olmaz, yapamam, ama mülteci ve göçmen nakliyeciliği pekala olur, Mali de o sektörün önde gelen ülkelerinden biri. Bir sürü makale getirtip okudum, o işte iyi para olduğu kanısına vardım. Haftada bir beraber spora çıktığım koğuşta göçmen işinden yatan birkaç kişi vardı. Onlardan tüyo aldım, işin püf noktalarını anlamaya çalıştım. Gözüme makul göründü. İyi kazanırsam parayı alır çıkar mıyım? Yoksa milis kuvveti kurup... Bekle, zaman gösterir.

Arthur Rimbaud, gençken Fransızcanın en uçuk şairi, sonra Endonezya’da paralı asker, inşaatlarda ustabaşı. Otuz yaşındayken Habeşistan’ın Harar kentine yerleşip kahve ve silah ticareti yaptı. Etiyopya’dayken sırf onun evini görmek için Harar’a gitmeye niyetlenmiştim. Kuzeydeki manastırlarda uzun süre takılınca vakit yetmedi.

Gine denilen ülkede altın madeni işine girmiş bir teyzeoğlu var, bir keresinde rehin alıp bir yıl bir sefil otel odasına hapsettiler, buna rağmen orada kaldı. Belki onun yanına uğrarım. Ama yok, çenesi çekilmez.

*
Alışkanlıklar insanın hapishanesidir. İnsanı bir kimliğe ve bir yaşama hapseder, ufkunu daraltır, ihtimallerini kısar, ruhunu küçültür, omuzlarını çökertir. Onlarsız yaşayamazsın: çıldırır ve kaybolursun. Onlarla da yaşayamazsın: solar ve ölürsün.

Cezaevi garip bir deneyim. “Normal” yaşamınla – yani alışkanlıklarınla – bağını tak diye kesiyorlar. İki seçenek var önünde. Ya “ah alışkanlıklarım, vah alışkanlıklarım (işim, eşim, aşım vb.)” diyerek aylar ve yıllar boyu ağlayacaksın. Ya uykundan uyanacaksın ve fark edeceksin ki, a aa, eski alışkanlıkların olmadan da yaşanıyormuş. Korkunç derecede tehlikeli bir uyanıştır bu. Rulman dağıtabilirsin. Seri katil veya sanatçı da olabilirsin. Seri katil dediğin ne ki? Alışkanlıklarını aşmış bir adam.

O yüzden gerçek ve uzun soluklu cezaevi deneyimi olan insanlar o deneyimi anlatmayı pek sevmezler. Cezaevi heyulasını sıradan korkular ve abartılmış üzüntülerle anan dostları belli belirsiz bir gülümsemeyle dinlerler.

Alışkanlıkları aşmak demek sevdiğin ve değer verdiğin ve önemsediğin şeyleri terk etmek demektir. Dünya ile arana mesafe koymaktır. Yalnızlaşmaktır. Belki bir ölçüde bencilliktir. Aynı zamanda özgürleşmektir. Desem ki cezaevi özgürlüktür, biraz abartıyorum belki, ya da bir epigram uğruna hakikati azıcık deforme ediyorum, ama düşünürsen çok acayip bir gerçek payı var orada.

1986’da askeri mahkemede 42 yıl hapis istemiyle tutuklandığım gün, yıllardan beri şehvetle içtiğim sigarayı pat diye bırakmıştım. Bu sefer neleri nereye kadar terk ettim henüz bilmek için erken, ama geldiğimden beri dört aydır bir gün bile Şirince’yi düşünmemiş olmam acaba bir işaret midir?

*
Sonuçta ne kadar atarsan at, bazı ipler seni hala tutmaya devam ediyor. Sözlüğe aylar ve yıllar boyu emek verdim, azıcık işi vardı, yarım bırakamazdım. Yumuldum, ha bugün ha yarın derken üç ay onunla uğraştım. O üç aylık çaba birtakım alışkanlık ağlarını ince ipliklerle yeniden ördü. Birçok insanlar geldi, hocam şu konuyu da anlatsan, patron şu işi de halletsen, oğlum şunu eksik bırakmışsın bırakmasan dediler. E, nazik bir adamım aslında, kimseye kolay hayır diyemem, etrafımda yavaş yavaş bir yükümlülükler ağı oluşmaya başladı. Ev lazımdı. Ev ararken eski huylar depreşti, ev bana yetmez köy lazım noktasına geldim. Hoş geldiniz Sevan Bey.

Bunların hepsi özgürlükten kaçıştır, biliyorsunuz. İnsanoğlu alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor. Başından attığın her şey bir süre sonra geri geliyor. İyi de ediyor sanki. İnsanın alışkanlıkları konforlu şeyler, eski bir pijama gibi yumuşak ve ılık. Onlarsız yaşamak da, doğrusunu istersen, çekilir iş değil.