Eğitim konusuna devam




Okullarda mutlaka marangozluk kursu olmalı. Hayatta herkese lazım olacak sanatlardandır, ayrıca terapi işlevi vardır.
Esnaflık ve dükkancılık kursu şart. Çağdaş kölelikten bir gün kurtulmak istersen işe yarar. Basit muhasebeyi de buna katalım.
Startup girişimcilik kursu hayırlı olur. Yüz kişide biri ikisi faydalansa memleket çiçek olur.
Kodlama kursu olmazsa olmaz. Altın bileziktir, mutlaka bir gün işe yarar. Yaramasa da berrak ve sistemli düşünmeyi öğretir.
Yemek pişirme kursu mutlaka gerekir. Hayat boyu kendine ve etrafındakilere mutluluk verebilmeni sağlar. Bence kadınların ve hatta erkeklerin ve diğer cinslerin bu kursu görmeden evlenmeleri yasak olmalı.
Teorik matematik lazım. Soyutlama yeteneği olanların o yeteneği geliştirmesi için faydalı. Ayrıca zevkli diyorlar.
Hukuk kursu orta 1’den itibaren olmazsa olmazlardan biri. Yalnız mahkemeyle avukatla işi olacaklar için değil, insan bilimlerinin temelidir. Medeni toplumda kavga nasıl yapılır ve nasıl çözülür sanatını bilmeden hayat yaşamaya değer mi?
Oto tamirciliği kursu önemli. Özgüven kazandırır. Elini yağa bulamaktan korkmamayı öğretir.
Sanat tarihi kursu kesin şart. Güzeli çirkinden ayırabilmekten daha önemli beceri var mı? Olmadı fotoğrafçılık kursu verirsin, bakmayı ve görmeyi öğrenir.
Kuran kursu da olsun. O taraklarda bezin olmasa dahi bilmek ve tanımaktan zarar gelmez.
Temel tarım ve hayvancılık eğitimi herkese lazım. Yarın sistem çöküp millet aç kalırsa hayata tutunman buna bağlı olacak.
Herkes bir enstrüman öğrense iyi olur. Her türlü insan ilişkisini güzelleştirir, sevgili bulmaya bire birdir.
Ayrıca futbol, satranç, inşaat, kimya laboratuvarı, hitabet, münazara, gazetecilik, basit tıp ve sağlık bilgisi. Bunlar herkese lazım olan sanatlardan, kursları olmalı.
Ayrıca borsa. Ayıca ülkeler coğrafyası. Ayrıca bebek bakımı. Ayrıca dağcılık ve doğa yürüyüşü. Peki, tamam, ayrıca yüzme.
Bunlar olsun. Mümkünse her okulda olsun, ya da okul sistemi bunları az çok herkese temin edebilecek şekilde genişletilsin. Kurs vericilerin bakanlık memuru olmasına hiç gerek yok, belki basit bir ön sınav dışında sertifikasyona da gerek yok. Yerel yönetim ya da okul yönetimi ya da okul aile birliği, yetkili hangisiyse, civarda bulabildiği kadarını bulur, bulamazsa bütçe yaratıp büyük şehirden ya da Yeni Zelanda’dan insan getirtir. Belki öğrencinin her dönem bir veya birkaç kurs alıp tamamlaması şart koşulur. Günün yarısı bunlara ayrılır.
*
Lakin kamu eğitiminin asıl işi bunların hiç biri değildir. Zorunlu genel eğitimin TEK konusu okuma yazma eğitimi olmalıdır. İlkokul birden üniversite lisans eğitiminin son yılına dek eğitimin vageçilmez olan tek unsuru ve ana ekseni okuryazarlık üzerine kurulmalıdır. Olsa olsa temel aritmetik ve geometri ile İngilizce buna eklenebilir. Başka zorunlu ders olmamalıdır. Eğitimde bir merkezi kamu idaresi ve “öğretmenlik” diye bir profesyonel meslek olacaksa bundan başka bir şeyle ilgilenmemelidir. Geçende yazdım, tekrar edeyim. “Okul” ya da eski deyimle “mektep” adı verilen kurum, insanlığın evriminde yazı ile birlikte icat edilmiş bir olgudur; ancak yazı ortadan kalkarsa onunla birlikte ortadan kalkacaktır. Vazgeçilemez olan tek görevi okuma ve yazma öğretmektir. Öğrenciler kısa ve uzun metinleri okumayı, okuduğunu anlamayı, anladığını sözlü ve yazılı olarak ifade etmeyi, eleştirmeyi ve eleştirilmeyi, karşıt görüşleri tartmayı öğrenmeye mecbur edilmelidir. Bundan başkası ekstradır, olmasa da olur.
Akla gelebilecek her konu okuma yazma dersinde işlenebilir. Önemli olan konunun içeriği değildir. İnsanın evde ve mahallede öğrendiği sözlü dilin ötesindeki bir düzeyde, ya da level diyelim anlaşılsın, büyük kamu ile iletişim kurmasına imkan veren simgeler sistemini yorumlamayı ve kullanmayı öğrenmesidir. Okulun işi budur. Adı üstünde “oku lan”dan, okul. Bu işi yapmıyor veya yapamıyorsa olmasın daha iyi.
İnsanlığın eski çağlarında okuma ve yazma küçük bir yönetici elite mahsus sanatlardı. Dolayısıyla okul eğitimi de sadece elitler içindi. 19. yy’da genel ve zorunlu kamu eğitiminin norm haline gelmesiyle okuryazarlık bir ayrıcalık olmaktan çıktı, toplumun tümünü kapsaması hedeflenen bir ideal haline geldi. Toplumsal organizasyon bu ideale göre yeniden yapılandı. Sonradan, geç-19. yy’ın saplantıları olan fizik, kimya, biyoloji, genel coğrafya gibi konuların öne çıkması işi yolundan saptırmıştır gibi geliyor bana. Mühendisliği yeni din olarak algılayan bir çağın eseridir. Okulu global bir vatandaş/toplumdaş yetiştirme aracı olmaktan çıkarıp, esas işi küçük bir mühendis zümresini eğitmekle sınırlı bir meslek okuluna dönüştürmüştür. O zümreye dahil olamayanlar “yeteneksiz” sayılıp proleterliğe terk edilmiştir. Müfredat ta 1890-1900 sıfırlarda buna göre tasarlanmıştır. Yüz yıldan fazla zaman geçti, eskidiğini artık görmek lazım.
*
Önceki yazıda bunlardan söz ettim, ne faşistliğim kaldı sövülmedik ne elitçiliğim. Meğer neymiş? Eğitim özgür olmalıymış. Merkezleşmemeliymiş. Ben kim oluyormuşum elalemin çocuğuna ne öğretileceğini belirleyecek. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
Net söyleyeyim. Eğitimde özgürlük diye birşey yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Boş propaganda sloganlarına kapılıp kendinizi gülünç etmeyiniz.
İnsan evladı hayvan doğar. Sonra yontulur. Mensup olduğu “medeniyetin” normları beynine işlenir. Toplum içinde hem zararsız hem faydalı bir birey olarak yaşamanın usul ve adabına alıştırılır. Terbiye edilir. Evcilleştirilir. Bunu yaparken de çocuğa “ah yavrucuğum ister misin evcil olmak, istemiyorsan söyle, aman özgürlüğüne halel gelmesin” diye sormak kimsenin aklına gelmez, tarihin hiçbir çağında gelmemiştir ve bundan sonra da gelmeyecektir. Gelse zaten hepimiz ölürüz, dağdaki çakallardan farkımız kalmaz.
Eğitimde özgürlükten dem vuranların söylemek istediği şey başkadır. Sanırım üç ayrı başlık altında toplamak mümkün.
Bir, politik. Devletin eğitim politikasının çizdiği medeniyet çerçevesi ile toplumdaki çeşitli zümre ve sınıfların çocuklarına aşılamak istedikleri medeniyet anlayışı farklılaşabilir. Nitekim Türkiye’de şiddetle farklılaşmıştır. Bu durumda birileri, çocuğun eğitiminde devletten “özgürlük” talep edecektir. Ancak kastettikleri şey, çocuğun herhangi bir anlaşılabilir manada daha özgür olması değildir. Devletin tercihlerine karşı ailenin veya mahallenin normlarının belirleyici olmasıdır. Belli ölçüler içerisinde kalmak şartıyla haklı bir taleptir. Bence de Milli Eğitim politikası yerel ve zümresel taleplere karşı daha esnek olmalı, çeşide yer vermeli. Mesela imam hatip okullarına talep varsa imam hatip okulları da açmalı.[1]
İki, pedagojik. İyi bir eğitici öğrencinin zorlandığı noktalara duyarlıdır. Nereye kadar zorlayacağını, nerede rahat bırakacağını bilir. Kötü eğitici dangır dungur girişir, sıklıkla çocuğu evcilleştiremeden kırıp döker. Bu anlamda iyi eğitimin öğrenciye bir çeşit “söz hakkı” tanıdığını söyleyebilirsiniz. Bu hak eğitimin içeriğine ilişkin değildir; olsa olsa temposuna ve üslubuna dairdir. “Eğitici” unvanlı yüz binlerce cahil hayvan barındıran Türk milli eğitimine yönelik özgürlük taleplerinin bir kısmı, işin işte bu yönüyle ilgilidir. Maksat “çocuğum istediği eğitimi seçsin, istediğini öğrensin, istemediğini öğrenmesin” değil. “Çocuğum devletin değil benim istediğimi öğrensin” de değil. “Kırma, öküz, çocuğuma insanca konuş!”
Üç, ne diyelim, aksiyolojik diyelim, yani öğretilen değerlerin niteliğine ilişkin. Bunu yeni yeni kavrıyorum, dur bakalım iyi ifade edebilecek miyim.
Biliyorsunuz liberal eğitim denen bir şey var. Öteden beri İngiliz ve Amerikan kolej sisteminin özüdür, 20. yy’ın son çeyreğinde bütün dünyada giderek artan revaç buldu. Liberal demek normalde “özgür” demektir, ama buradaki hadise o değil başka şey. Kökü 18. yy aristokrasisine dayanan bir elit eğitimi metodudur. Öğrenciye doğrudan bir “doğru doktrin” empoze edilmez. Belirli konularda dikkatle seçilmiş alternatif öğretileri inceleyerek tartışması istenir. Seçenekler asla sınırsız değildir. Çünkü aklı başında herkes bilir ki tüm görüşler eşit değerde değildir; kimi cehalet ürünüdür, kimi mantıksızdır, kimi ahlak yoksunudur, kimi elde edilmeye çalışılan medeniyet çerçevesinin temel değerlerine aykırıdır. Tartışmaya değer olan görüşler önceden tartışılmış ve makul insanlarca savunulmuş olan görüşlerdir: Eflatun mu Aristo mu? Realizm mi nominalizm mi? Kapitalizm mi sosyalizm mi? Allah var mı yok mu?
Şimdi hiç kalkıp da bana böyle özgürlük mü olur, işte kandırıyorlar çocukları filan demeyin. Enfes bir eğitim yöntemidir. Farklı ve zıt görüşleri kavramayı, tartışmayı, rasyonel argümanlar üretmeyi, rakibi akıl zemininde alt etmeye çalışmayı öğretir. Çok seslilikten korkmamaya alıştırır. Muazzam bir disiplindir. O tezgahtan geçmiş olanlar, yarın hiç bilmedikleri görüş ve olgularla karşılaştıklarında da nispeten açık yüreklilikle onlarla yüzleşme becerisi kazanırlar. Azgelişmiş eğitim sistemlerinin mezunları gibi zoru görünce topu taca atmak, yahut eskimiş doktrinlerde ahmakça ısrar etmek, ya da farklı söyleyenlerden ödü kopup kafalarını kesmek gibi davranış bozuklukları sergilemezler.
Ama daha mı özgürdür? Sanmıyorum. Özgürlük işin daha ziyade reklam faslı gibi geliyor bana. Kelimenin tam anlamıyla elit eğitimidir. İyi karar verici yetiştirir. Ama sınırları özenle çizilmiştir. Ancak sınırları özenle çizilmiş bir tartışma çerçevesi varsa başarılı sonuç verir. Yoksa ipini koparmış deli dana gibi boş laf çayırlarında koşuşup kaybolur. “Özgürlük” sloganını fazla ciddiye alan yeni yetmeler – ve onların popülerlik sevdalısı korkak hocaları – yok efendim toplumsal cinsiyetmiş, victim studiesmiş, Derrida’ymış, safe space’miş gibi deli saçmalarını hakikat zannetmeye başlarlar. Sonuçta kendilerini toplumdan tasfiye etmekle kalmazlar, eğitim kurumunu, bilhassa üniversiteyi, toptan marjinalleşmenin eşiğine getirirler.




[1] Doğal olarak Cihangir semtinde, misal, hayvan okşama yahut yoga dersi de talep edebilirler. Diyarbakır’da Kürtçe eğitim de isteyebilirler. En doğal haklarıdır. Tıpkı imam hatip gibi.