İnönü iyidir. Cumhuriyet tarihinde gerçekten takdir ettiğin lider kim diye sorarsanız İsmet İnönü derim.
Bir kere megaloman değildir. İdeolojik saplantıları yoktur, ya da çağının standartlarına göre düşük düzeydedir. Büyük vizyonu olmayan, ya da o konuda söz etmeyi sevmeyen bir yöneticidir. Maceradan ve şiddetten sakınır; patronunun asmalı kesmeli Timuroid fantezilerini sık sık frenlemiş olmakla övünür. 1930’dan sonra Reis sofrasından veba gibi memlekete yayılan Türkçülük akımılarına her zaman mesafeli durmuştur. Rıza Nur, H. Suphi, Reşit Galip gibilerinin Türk Ocakları ekolüyle arasında eski husumet vardır; [1944] tutuklamalarıyla Türkiye’deki pro-Nazi yapılanmayı kırdığında o husumet Türkçüler için ölümüne bir kan davasına dönüşecektir.
İhtilal rejiminin değer ve hedeflerini paylaştığı şüphesizdir. Ancak Atatürk önderliğinde gitgide rasyonel çizgiden uzaklaşan reform projeleri hakkında kamuoyu önünde – bir başbakanın söylemek zorunda oldukları dışında – söz söylememiş, devletin işleyiş ve istikrarını her şeyden önemli saydığını belli etmiştir. 1925 Kürt isyanının kanlı bir şekilde bastırılmasında baş roldedir. Ancak 1936 Dersim harekatında ılımlı çizgiyi savunmuş, bu uğurda Ulu Öndere ters düşmeyi göze aldığı için görevden uzaklaştırılmış, siyasi ölüme mahkum edilmiştir.
Gazi’nin aksine, Batı kültürüne ilgi ve vukufu göstermelik değil samimidir. İlkinin müzik zevki oyun havaları ile Safiye Ayla’dan pek öteye gitmezken kendisi – ne garip ki Yemen’de edindiği – klasik müzik sevgisini yaşamı boyunca korumuş, Milli Şefliği döneminde o sevgiyi Ankara halkıyla paylaşmak için elinden gelen çabayı göstermiştir. Bugün Türkiye’de cılız da olsa bir klasik müzik geleneği varsa bunu neredeyse tek başına İnönü’ye borçluyuz.
Liderliğe gelir gelmez çıkardığı siyasi af, cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve en cesur aflarından biridir. Bugün Karabekir, Rauf Orbay, Halide Edip, hatta M. Akif Ersoy gibileri vatan haini kadrosundan milli kahraman kadrosuna terfi etmişlerse 1938 affı sayesindedir. Atatürk resminin 1938’de paralardan ve başka yerlerden kaldırılması da belki 15 yıllık bir iktidar sarhoşluğu döneminin izlerini silmeye yönelik bir ilk adımdı. Ne yazık ki sürdürülemedi, Kurucu Tanrı kültü 1950’den ve bilhassa 1960’tan sonra eskisinden beter bir hışımla memleket yüzeyini kapladı.
İktisadi politikaları temkinli, hatta tutuktur. Bunun sebebi, devlet maliyesinin mecalsizliğini belki herkesten daha iyi kavramış olmasıdır. Nitekim 1946’dan sonra ABD kredi musluklarını açtığında ülkede hızlı bir ekonomik genişleme politikasına yeşil ışık yakacaktır.
Selefinin aksine gösterişli sembolik reformlara ilgi göstermemiştir; belki iktidarının birinci yılı dolmadan patlak veren dünya savaşı nedeniyle fırsat bulamamıştır. Buna karşılık verem ve sıtmayla mücadele, Rize’ye çay ve Anamur’a muz ekimi gibi – şapka devriminden çok daha gerçek – devrimlere önayak olmuştur. Selefinin iktidarını kuşatan Kuvayi Milliyeci çete erbabını tasfiye edip genç ve eğitimli kadroları ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Köy Enstitüleri Atatürk’ün değil, İnönü’nün – daha doğrusu onun destek verdiği Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguç gibi ikinci kuşak kadroların – eseridir. Ama tepkilere direnemeyerek Enstitüleri iğdiş eden ve kapatılmalarına giden yolu açan da odur. Ege ve Urfa’da toprak reformu projeleri onun zamanında gündeme gelmiştir; gene siyasi direnişe yenik düşüp onun zamanında terk edilmiştir.
Memleketi 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutması ülke durdukça hayırla anılması gereken işlerdendir. Daha önce bazı vesilelerle “Türkiye savaşa girip yenilse 1920-30’ların totaliter mirasından kurtulma şansı olur muydu” sorusunu sorduğumu biliyorsunuz. Spekülatif bir sorudur; sağduyu ile düşünüldüğünde o ihtimalin savunulacak tarafı yoktur. Türk ordusunun 1940’taki durumu içler acısıydı; Churchill’in ifadesine göre, müttefikler safında savaşa girmesi müttefikler açısından kazanç değil net kayıp olurdu. Savaşmayı tercih edip yenilen Yunanistan’ın – gerek savaş sırasında gerek savaşı izleyen iç savaşta – başına gelenler dehşet vericidir. Almanya safında savaşa girilse neler olabileceğini düşünmek bile zor.
Savaş yıllarında halkın sıkıntı çektiği anlatılır. Rejimin o dönemde izlediği hoyratça politikalar toplumun genişçe bir kesimi nezdinde İnönü adını karalamıştır. Bunda haklılık payı var mıdır? Sanmıyorum. Bir kere, savaşa giren Polonya’nın, Yugoslavya’nın, Yunanistan’ın ya da savaşa iyi hazırlanan Sovyetler halkının çektikleri yanında Türk köylüsünün başına gelenler devede kulaktır. İkincisi bir süredir aklıma takılan bir konu. Bu ülke Birinci Dünya Savaşı’nda korkunç kayıplar verdi, açlık ve salgın hastalıkla boğuştu, dağı taşı cesetle doldu, şehirleri yıkıldı, toplumsal düzeni altüst oldu. Buna rağmen o devrin iktidarı (nispeten) hayırla anılırken, azıcık askeri angarya ve karneyle atlatılan ikinci savaşın yöneticileri nefret konusu oldu. Bunun nedeni nedir? Aklıma gelen ihtimali söylesem gene birileri ayağa fırlayacak ama olsun. İlk savaşta halkın öfkesinin gâvur yağmasına yönlendirilmesi – ve bunun getirdiği müthiş servet transferi – popüler tavırları etkilemiş olabilir mi? İttihat ve Terakki rejiminin birinci savaş sırasındaki soykırım ve talan politikalarını bu açıdan değerlendirebilir miyiz? İkinci savaşta da benzer fikirler gündeme gelmiş görünüyor: 1942’de Varlık Vergisi, 43’te 22 tertibin askere alınması bunun belirtileridir. Sonuna kadar gidilmemiş olmasını, İsmet İnönü’nün her sahada karşımıza çıkan temkinli kişiliğine bağlasak yanılmış olur muyuz?
(Tabii tek etken o değil. Geriye soymaya değecek post kalmamıştı, toprak kaybetme korkusu yoktu, savaştan sonra Amerikalılara muhtaç olunacağı baştan belliydi, vs. Ama düşün: İki yılda iki defa ülkenin gayrimüslim erkek nüfusunun büyük kısmı toplama kamplarına alınıp birkaç ay sonra neden salınır? Başta iktidar şehvetiyle gözü kararmış cinsinden "sert" bir lider olsa salar mıydı?)
1950’den sonraki kariyeri talihsizdir. Tarihte seçim yaptırıp iktidardan giden ilk – ve galiba tek – Milli Şef olarak siyasete o noktada veda etme basiretini göstermeliydi. Gösteremediği için küçüldü. 1960 darbesinin büsbütün cinnet yoluna girmeyişinde yine onun otoritesi ve ılımlı kişiliği etkilidir. Ama ondan sonra Demirel’le girdiği kasaba politikacısı kavgaları, 71’de askeri cuntaya verdiği destek, 73’te 87 yaşında bir ihtiyarken makamını genç Ecevit’e kaptırmamak için verdiği canhıraş mücadele savunulacak şeyler değildir. Yalnız kendi itibarını zedelemekle kalmadı, partisinin fosilleşmesine, Türk siyasetinde halen sürdürdüğü tıkaç pozisyonuna kilitlenmesine de katkıda bulundu.